Yargıya küstüm, oynamıyorum işte!


Ne kadar ironik değil mi? 27 Mayıs taammüden cinayeti'nin bilmem kaçıncı yıldönümünde Türk Ordusu hükümete küstü ve "oynamıyorum" dedi. Yapılması planlı bir kısım tatbikatlar Balyoz Davası çerçevesinde bazı generallerin ifadeye çağrılması sebebiyle Genelkurmay tarafından iptal edilmiş! Bir tür "tavır" alıyorlar yani. Şimdi... Türkiye'de askeri vesayetin her şeyi belirleyen, emreden, asan, kesen, biçen, balans ayarı yapan, astığı astık kestiği kestik bir konumdan "Küstüm oynamıyorum" konumuna gelmesi önemli bir gelişme. Keşke çıkıp da bunu açıkça deklare etseler. Sadece "Askeri gerekçelerle" diyerek işi geçiştirmeseler. Aldıkları pozisyonu açık etseler de AK Parti'ye 27 Nisan'da yaptıkları gibi bir on puan daha kazandırsalar! Askerin sivil otoriteye ve yargıya kızıp kendi görevlerini askıya alması, iptal etmesi, "Küstüm oynamıyorum" demesi gerçekten çok ama çok trajikomik bir durum. Ne yani, yarın herhangi bir savaş durumunda asker ile hükümet arasında bir anlaşmazlık çıktığında asker "Biz hükümete kızdık, yargıya kızdık, savaşmıyoruz" mu diyecek? Gerçek şu ki, Türk Silahlı Kuvvetleri içe dönük bir ordu. Yani kendi milletini kontrol eden bir ordu. Bu görevini de zaten her on yılda bir yaptığı darbelerle "Milleti bütünüyle esir alarak" bihakkın yerine getirdi. "Her askeri darbe milleti esir almaktır" ve her darbede yapılan sadece ve sadece buydu. 27 Mayıs 1960 "darbelerin anası" olarak anılır. Dün 27 Mayıs'ın yıldönümüydü ve baktım da televizyonlarda hâlâ "27 Mayıs bir askeri darbe miydi, yoksa bir devrim miydi" tartışmaları vardı. İkisi de değil. 27 Mayıs ne bir askeri darbe ne de bir ihtilaldir. 27 Mayıs bir eşkıya hareketidir. 27 Mayıs taammüden işlenmiş bir cinayettir. En aşağılık askeri darbe bile 27 Mayıs eşkıya kalkışmasından daha muteberdir. Çıkıp kurum olarak özür bile dilemiyorlar. Bazıları diyor ki, "12 Eylül 27 Mayıs'ın rövanşıdır", dolayısıyla "12 Eylül 27 Mayıs'ın özrüdür." Demek ki bir darbenin özrü bir başka kanlı darbe yaparak dileniyor bu ülkede. Genç nesiller bilmez onlar için tekrarlamakta fayda var: Türkiye: CHP'nin tek parti olduğu... Cumhurbaşkanının aynı zamanda tek parti olan CHP'nin de başkanı olduğu... Valilerin CHP il başkanları olduğu bir sistemle yönetiliyordu. Atatürk'ün yeni Türkiye'de kurduğu siyasi düzen buydu. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra dünyadaki yeni gelişmeler nedeniyle Türkiye çok partili sisteme geçmek zorunda bırakıldı. CHP içinden çıkan bir kadro Demokrat Parti'yi kurdu. Demokrat Parti'nin kısa hikâyesi şöyle: 1945'te CHP'li Celal Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuad Köprülü Meclis grubunda açık olarak görüşülmek üzere bir önerge verirler. Siyasi tarihte "Dörtlü takrir" denilen bu önerge: Türkiye'nin tek parti cuntasından kurtulması, serbest seçimler, üniversite özerkliği, tek dereceli seçim, cumhurbaşkanının CHP başkanlığından ayrılması ve basın hürriyeti talep ediyordu. CHP bu taleplere tahammül edemedi ve önergeyi veren dört kişiden üçünü ihraç etti. Celal Bayar da kendisi istifa etti. İşte bu dört kişi 1946'da Demokrat Parti'yi kurdu. 1950, 1954 ve 1957 seçimlerini kazandı. 10 yıl boyunca iktidarda kaldı. DP, 27 Mayıs 1960'da ordu içindeki bir avuç eşkıyanın kurduğu cunta tarafından devrildi. İki yıl sonra da Başbakan Adnan Menderes'i ve iki bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ı idam ettiler. Demokrat Parti hükümeti CHP zulmünü yaşamış bu millete müthiş bir kurtarıcı gibi gelmişti. Halkın DP'ye teveccühü çok yüksekti. Peş peşe kazandığı üç seçimde sırasıyla yüzde 53, 58 ve 48 oy aldı. Peki Adnan Menderes'e yöneltilen suçlamalar neydi? Suçlamaların her biri ayrı bir zırvaydı. Menderes'in asıl suçu Türkiye'de yürütülmeye çalışılan dinsizlik cereyanına karşı çıkması ve ezanın Türkçe yerine tekrar aslı gibi okunmasına izin vermesidir. Menderes'e yönelik resmi suçlamalar arasında '6-7 Eylül olaylarını önlememek' gibi bir suç da vardı. Bu da 1960 darbesinin bir "azınlık darbesi" olduğuna dair tezleri güçlendiriyor!
<< Önceki Haber Yargıya küstüm, oynamıyorum işte! Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER