Çocukluğu 70'lerin sonuna, 80'lerin başına denk gelen bizler, anne-
babalarımızın "aman oğlum, sakın okulda etliye sütlüye karışma" telkinleriyle büyüdük.
Bu cümlenin tercümesi şuydu:
Henüz 12
Eylül öncesi patlayan namluların dumanları tütüyordu ve ana babalar; bırakın devrim gibi bir kelimeyi
politika,
siyaset gibi kelimeleri dahi çocuklarının etrafında görmek istemiyordu.
Bu cümlenin 80'ler boyunca devlet politikası haline gelmesiyle, 80 kuşağı apolitik bir kuşak olarak ortaya çıktı.
Politize olanlarsa ne yazık ki çağın ruhuna uymayan arkaik söylemleri tekrar edip durdular ve kurtarmaya heveslendikleri halka hep "vatandaş" mesafesinde kaldılar.
İlkokul,
ortaokul sıralarında
12 Eylül'ün dayattığı ultra resim tarih söylemleriyle büyüyor,
yerli malı haftalarında evde, ocakta ne varsa sınıfa getiriyor, hamasi nutukların gölgesinde "içi boş bir milliyetçilik"le büyüyorduk.
Ne Ermeniler'in başına gelenler...
Ne Rumlar'ın sürülmesi...
Ne
Dersim olayları...
Ne
Kürt sorunu...
Ne de Devlet Baba tarafından
halı altına sürülen diğer memleket meselelerinden haberdar değildik.
Bu arada elbette büyüyorduk ve bilinçleniyorduk.
Farklı söylemler fısıltı halinde kulaklarımıza geliyordu.
Aklımızda annemizin öğüdü...
Hem korkuyor hem okuyor hem saklıyor hem de tartışıyorduk.
Aslında şu da böyle değilmiş... Aslında bu da şöyleymiş türünden tartışmalarımızda, bizden saklanan gerçeği bulmak adına, gerçeğin daha da saptırılmış, abartılı yapay bir versiyonunun etkisinde kalıyorduk.
Hiç kuşkusuz, gerçeğin mutlaka bir gün ortaya çıkma huyu vardı ve gerçeği bulana kadar, bizim gerçeklik içinde yalpalamamız da kaçınılmazdı!
Çünkü resmi tarih, gerçeğin üstünü öyle kalın bir toz tabakasıyla örtmüştü ki; toz tabakasını üfleyip gerçeği bulmaya çalıştıkça öksürmemiz,
hasta olmamız olağandı.
Böyle böyle bugünlere geldik.
Abdülhamit kızıl
sultan iken, kahramana dönüşüyor, sonra zamanla artçı sarsıntılarla yer zemininin oturması gibi, kafamızdaki doğrular da stabilize oluyordu.
Onun da hatasıyla, sevabıyla bu toprakların evladı olduğunu kabul etmeye başlıyorduk.
Padişahlar kötü müydü, iyi miydi?
Vahdettin vatan haini miydi, değil miydi?
Atatürk'ü Samsun'a o mu göndermişti yoksa Atatürk kendi mi gitmişti?
Ermeniler katledilmiş miydi yoksa bu tamamen bir yanlış anlama mıydı?
Dersim'de nehirler günlerce, aylarca, kızıl akmış mıydı yoksa bu da
Alevi yurttaşların bir uydurması mıydı?
Bizim korkarak, sessizce tartıştıklarımız, bugün artık özgürce
gazete sayfalarında yer bulabiliyor.
Mızrak çuvala sığmıyor.
Küpün içinde ne varsa dışına o sızıyor artık.
Bugün artık 10 bin yıllık antik kentler bile ortaya çıkarılıyor arkeologlar tarafından. Biz ise 2011 Türkiye'sinde hâlâ 60-70 yıl önce yaşanan olayları gizlemeye çalışıyoruz.
Gizlemek değil yaptığımız. Üç maymunu oynamak...
Hani sokakta eli kolu kırılmış, yarası ortaya çıkmış bir dilenci, o yarasını gözümüzün içine sokar ve bizden merhamet dilenir, para ister ama biz gözümüzü o yaradan kaçırır ve bakamayız ya... Bozuk para atıp oradan bir an önce uzaklaşmak isteriz ya... Geçmiş de bütün kanayan yaralarıyla karşımıza çıktıkça, vicdanımızı susturmak, onu aldatmak için elimizden geleni yapıyoruz!
Ama dedim ya, 80'lerde değiliz artık.
Bugünün gençleri bizim gibi sessizce, fısıltıyla değil açıkça tartışıyor her şeyi...
İyi de yapıyorlar.
Biz aldandık, onlar aldanmasın.
Ne demiş Afrikalılar ya da
Kızılderililer veya Aborjinler veya öz yurdunda garip öz vatanında parya olanlar:
Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar, avcılık öyküleri her zaman avcıyı yüceltecektir.