Hatırlar mısınız, Hasan Mezarcı diye birisi vardı.
Milletvekiliydi.
Yakışıklı bir adamdı.
Hitabeti güzeldi. Fikirlerini net bir biçimde kısa cümlelerle, takiye yapmadan, açıkça ifade ettiği için Kemalistler kendisinden nefret ederdi.
"Ali Şükrü Bey cinayeti" konusunda Meclis'e bir araştırması önergesi verdi.
Ali Şükrü Bey de milletvekiliydi ve
Atatürk tarafından
Topal Osman'a boğdurulduğunu iddia ediyordu.
Bu konuyla ilgili olarak da
faili meçhul bir cinayete
kurban giden Uğur
Mumcu ile televizyonda tartışmış ve o programda Ali Şükrü Bey'in boğulmuş haldeki fotoğrafını
Uğur Mumcu'ya göstermişti. Ne ilginçtir ki bu programdan birkaç gün sonra Uğur Mumcu öldürüldü.
Aslında Hasan Mezarcı'nın Uğur Mumcu ile o süreçte 6 televizyon tartışması oldu.
Zeki adamdı Hasan Mezarcı.
Atatürk babamız
Atatürk hakkında ettiği sözlerden dolayı medyada kendisine çok küfredildi. Özellikle
Hürriyet Gazetesi nasıl Ahmet Kaya'yı, Hrant Dink'i
linç ettiyse Hasan Mezarcı'yı da öyle linç etti.
O zaman
Hürriyet Gazetesi her gün Hasan Mezarcı'ya manşetten küfrediyordu. Sonunda Hasan Mezarcı 5816'dan, Atatürk'ün manevi şahsiyetine
hakaretten cezaevine kondu.
Suçu neydi peki?
Mandela, Atatürk Barış Ödülü'ne layık görülmüş ama ödülü almak istememişti. Mezarcı da 13
Mayıs 92 günü Mandela'ya gönderdiği telgrafta "İnsanlık tarihinin sayılı
diktatörlerinden olan
Mustafa Kemal adına barış ödülünü reddetmeniz sebebiyle sizi
tebrik ediyorum" diyordu. Bu sözlerin karşılığı bir yıl cezaeviydi.
Hasan Mezarcı cezaevinden çıktıktan sonra kendisinin Mesih olduğunu iddia etmeye başladı.
Birçok defa hakim karşısına çıktı.
Hakim kendisine "Atatürk bizim babamız, sen bizim babamıza hakaret edemezsin" diye çıkışmıştı. O da "Atatürk babanızsa siz bu davaya bakamazsınız" demişti.
Bence söylediklerinde ve yaptıklarında samimiydi. Ama o dönemde onun çıkışları
Türkiye'yi polarize etmeye çalışanlar tarafından kullanıldı. Mezarcı'nın sözleri köpürtüldü. Bu konuda da her zaman olduğu gibi Hürriyet Gazetesi önderlik etti.
Aslında Türkiye bugünlerde
Dersim tartışmaları üzerinden benzeri bir dönem yaşıyor.
Dersim katliamı her yönüyle işleniyor, devlet adına
Başbakan özür diliyor. Atatürk için televizyon ekranlarında "diktatör" ifadesi kullanılıyor. Yakın tarih bütün yönleri ile tartışılabiliyor.
Ama dikkat ederseniz, kimse Türkiye'yi polarize edebilmek, insanları birbirine kırdırmak için bu tartışmaları kullanamıyor.
"O zaman öyle oluyordu da şimdi niçin böyle" sorusunu ciddi biçimde sormalı, sorgulamalıyız.
Bugün Atatürk hakkında söylenen her şey Hasan Mezarcı'nın söylediklerinden çok çok ileridedir ve çok
şükür ki kimseye bir şey olmamaktadır!
"Aleviler'in Kemalizm ile imtihanı" adlı kitabın yazarı
Cafer Solgun'un Neşe Düzel'e söyledikleri, Türkiye'nin fikir özgürlüğü konusunda çok önemli mesafeler aldığını da gösteriyor.
Cafer Solgun diyor ki:
"Aleviler Atatürk'ü sevmez, Atatürk'ün resimleri cemevlerinden kalkacak. Hepsi gerçeği bilir. Yıllardır takiye yapıyorlar. Bizim büyüklerimiz ölmemek için, çocuklarını korumak için onların adını Kemal, İsmet koydular..."
Takiye sahtekârlık değil
Demek ki bu
ülkede her dinden, her kesimden, her görüşten insan, rejimden dolayı takiye yapmak zorunda kalmış!
Özal'a 'takiyeci" denildiği günlerde
Türkiye Cumhuriyeti için "Takiye cumhuriyeti" başlıklı bir yazı yazdığımı hatırlarım.
Hayır takiye sahtekârlık değildir.
Sahtekârlık kabul edilirse o zaman "İnsanların dini, siyasi, kültürel, tarihsel düşüncelerini açıkça söylemesini engelleyen düzenin adı nedir" diye sormak gerekir.
Böylesi bir düzen dünyanın her yerinde "faşizm" diye adlandırılır.
O halde bir ülkede vatandaşlar sisteme, rejime karşı takiye yapmak zorunda kalıyorsa o ülkeye faşist ülke diyebiliriz.
İnsanların hiç takiye ihtiyacı hissetmeden düşüncelerini açıkça ifade edebildiği ülkelere de demokratik ülke denir. Çünkü takiyenin kralı faşist rejimlerde olur!
Türkiye mesafe alıyor beyler, takiye cumhuriyetinden Türkiye Cumhuriyeti'ne doğru hem de...