Her deprem haberi yüreğimi titretir.
Tıpkı dün
Japonya'da meydana gelen deprem gibi.
Çünkü ben, deprem denen felaketin insan ruhunda ne denli yaralar açtığını bizzat yaşamış birisiyim.
Nerede bir deprem olursa, orada depremde ölenler için pek üzülmem. Çünkü onlara bir nevi kurtulmuşlar gözüyle bakarım.
Asıl
depremi yaşayıp da hayatta kalanlar için üzülürüm.
İşte onların hayatında artık çok sık deprem olur.
Hayatları sürekli sarsılır.
Sanki tank geçer gibi yüreklerinden bunalırlar.
Binalar, yollar, köprüler, otomobiller sanki harp düzeni alıyorlar karşısında.
Depremin insan ruhunda meydana getirdiği travma hiçbir zaman yüzde yüz iyileşmiyor.
1999
Marmara Depremi'ni
Yalova gibi en merkezi yerinde yaşayan birisi olarak her deprem haberi ile o korkunç geceyi, o korkunç saati, 3:02'yi, metalik bir çığlığa benzer o korkunç sesi mutlaka hatırlarım.
Sadece hatırlamak mı, adeta yeniden yaşarım.
Bir de "ne oluyor buna" derim.
Neden sarsılıyor yer?
Neden yakıyor yıkıyor, neden öldürüyor?
Neden korkutuyor, neden ürpertiyor?
İnsanlar neden amaçsızca oradan oraya kaçışıyor?
Bu felaketin, bu sarsıntının mesajı nedir insanlığa ve tek tek her bir insana?
Ayağınızın altındaki yerin şiddetle ve bir
gürültü, bir çığlık eşliğinde sarsılıp kaymasından daha kötü ne olabilir ki?
Bu kadarla, sadece sarsıntılarla bitse iyi.
Bir de tsunami denilen bir şey var ki,
deniz suyu depremin ardından kabarıp şiddetine göre saatte 700 km. hızla ilerleyerek kıyılara vurmaya başlıyor.
Bu şiddetli ve dehşetli su hareketi kıyıya ulaştığında önünde ne var ne yok katıp götürür. Karşınızdaki önünde durulmaz bir güçtür, bir kudrettir.