Güleriz ağlanacak halimize...


Aslında biz kendi kendisiyle dalga geçen bir toplumuz. Bu iyi ama bu durum bizi gereğinden fazla duyarsız yapıyor galiba. Dünyada herhangi bir şey olduğunda "Acaba bu olay biz Türkler'in başına gelseydi nasıl davranırdık" gibi sözler üretiriz. New York'taki İkiz Kuleler'e uçaklar çarptıktan sonra burada çalışanların binayı tahliyesi sırasında herkes tek sıra halinde merdivenlerin sağından inerken bizim Türkler itfaiyeciler ve kurtarıcılara yukarı çıkış için boş bırakılan sol tarafı kullanmışlar ve bu yüzden kurtulmuşlar güya! Belki gerçek belki de şaka. Bunun bir önemi yok. Bu anlatımda önemli olan biz Türkler'in kuralsızlığa prim verdiğimiz gerçeğini ifade etmesidir. Bunlar bize ait karakteristik özellikler. Ağlanacak halimize güleriz! Bir de başımıza bir iş gelmeden o konuda tedbir almayı düşünmeyiz! Fertlerimiz de öyle, kurumlarımız da... Birkaç çocuk düşüp ölmeden belediyemiz sokakta açtığı çukuru kapatmaz. Aynı şey defalarca başımıza geldiği halde bile tedbir almayı düşünmediğimiz durumlar olur. Mesela PKK bir karakolu aynı yollarla 6 defa basabilir, basabilmiş ve askerlerimizi öldürmüştür. Eşlerinden ayrılan kadınlar kocaları tarafından öldürülmeden polis korumasına alınmazlar mesela! Deprem... En güncel örnektir. Defalarca defalarca defalarca enkaz altında kaldıktan sonra bile tedbir almayız. Üstelik ülkemiz fay hatları üzerinde olduğu halde... Her yıl ülkemizde mutlaka büyük ve yüzlerce ölüme yol açan deprem olduğu halde tedbir almaya gerek görmeyiz. 1999 Marmara depremine Yalova'da yakalandım. Depremden sonra hayatta kalanlardan bazılarının "Bu depremden sonra buralarda artık 100 yıl deprem olmaz" diye konuştuklarını duymuştum. Yani adam demek istiyor ki, "Artık tedbir almaya da gerek yok, nasılsa 100 yıl deprem olmaz artık." Şimdi... İnsanımız böyle işte. Bu insanlar içinden çıkan hükümetlerin, devlet adamlarının farklı olacağını düşünmek pek bir safdillik olur. Deprem olur, ülke çapında halk yardım kampanyaları başlatır, ekmeğini paylaşır ama bütün bunlara rağmen bir de "Deprem Vergisi" diye bir vergi salınır. Bir defalığına denir. Ama yıllarca sürer! Her gelen bunu devam ettirir. Kimsenin aklına gelmez, yahu biz bu vergiyi bir defalığına salmıştık diye düşünmek. Geçelim. Geçelim bir defalığını. Deprem için toplanan o vergiler deprem felaketine karşı önceden gerekli tedbirler için de kullanılmaz. Vatandaşımız kurnaz olunca, elbette devletimiz, hükümetlerimiz de kurnaz oluyor! Yine Marmara depreminden sonra Ankara'da oturduğum kiralık evin müteahhidi apartman yöneticimizi arayıp yapının çok sağlam olmadığını bu yüzden balkonlara ağır eşyalar filan konulmaması gerektiğini söylemişti. Vicdanlı adammış bizim müteahhit. Bir de vicdansızlar var. Yaptığı binada demir yerine halat ve tel kullanan vicdansızlar! Şaka yapmıyorum, tamamıyla gerçek bir hayat hikâyesi. Şimdiki gençler bilmez, 1993 yılında Diyarbakır'da çöken bir Hicret Apartmanı olayı vardır. Bina kendiliğinden çökmüş, 93 vatandaşımız binanın enkazında ölmüştü. Binayı yapan müteahhidin asıl işi Et Balık Kurumu'nda kasaplıktı. Aslen Mardinli olan Hicret Apartmanı müteahhidi çevresinde "cimri" diye anılırmış. İşte şimdi gerçek hayattan bir fıkra yazıyorum: Müteahhidin biri o kadar cimri, o kadar cimriymiş ki, yaptığı inşaatta demir yerine halat ve tel kullanmış! Ağlanacak halimize güleriz işte böyle. Bu müteahhit şimdi yaşamıyor. Yaşarken Hicret Apartmanı faciasına sebep olmaktan 9 yıl hapis cezası aldı ama 11 ay sonra cezaevinden çıktı. Çıktıktan iki yıl sonra da öldü. Gençlerimiz de hatırlar, Konya'da benzeri bir olay yaşadık. Zümrüt Apartmanı olayı... Zümrüt Apartmanı'nın enkazı altında da onlarca vatandaşımız kaldı. Anlaşıldı ki Zümrüt Apartmanı'nı yapan müteahhit binayı betonsuz yapmak gibi bir mucizeyi başarmıştı! Bu ülkede "gemisini yürüten kaptan" değil mi? Aynı şekilde "binayı diken de müteahhit." Türkiye böyle bir ülke işte. Binaların, içinde yaşayanların üzerine çökmesi için deprem olması da gerekmiyor! Süleyman Demirel Marmara depreminden sonra jeolojik olarak "Altımız çürük" demişti. O zaman kimse çıkıp da "Üstümüz de çürük" dememişti. Bu ülkenin altı da çürük üstü de... İşte buradan ciddi bir alt yapı mı üst yapıyı, üst yapı mı alt yapıyı belirler tartışmasına girişebiliriz! Neyse... İbrahim Tatlıses biliyorsunuz eski bir inşaat işçisidir. Kendisi soğuk demir işçisiydi. Meşhur bir türkücü olduktan sonra bazı gazetecileri toplayıp inşaatında çalıştığı yerlere götürmüştü. Orada anlattığı bir şey vardı: "Bina epey ilerlemişti. Ben de demir işçisiydim. Demirleri bağladık, öğle yemeği için inşaatın karşısındaki lokantaya gidiyorduk. Birden bir gürültü işittik. Döndüm ki, inşaat çökmüştü." Neyse neyse... Daha fazla söze gerek yok. Gemisini yürüten kaptan işte...
<< Önceki Haber Güleriz ağlanacak halimize... Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER