Evimi bıraktımGönlümü bıraktımGülün olduğu yerdeSende"
Yıl 1959.
Türk sineması uzun yıllar yaşadığı oryantalist türbülanstan yeni çıkmış, özgün ve
Anadolu insanına yakın filmler üretmeye başlamıştır.
Sinemamızın ilk starlarından olan Ayhan
Işık halkın gönlüne taht kurmuş ve henüz 10 yılı bile bulmayan meslekî kariyerinde Hollywood'dan
teklif almıştır. 'Sir' unvanlı yönetmen David Lean,
Metro Goldyn Mayer adına yeni bir proje üzerinde çalışmaktadır. Işık, yapımcılarla yaptığı görüşmede, Arabistanlı Lawrence isimli filmde Şerif Ali isimli karakteri canlandırma teklifi alır. Ancak kendi
ülkesinde hep kafa rollere oynayan starımız bu rolü
küçük bulur ve ailevî birtakım sorunları ileri sürerek Türkiye'ye geri
döner.
Bunun üzerine film şirketi başka bir
oyuncuya yönelir; Mısırlı Ömer Şerif. Şerif de kendi ülkesinde stardır ve sinema kariyeri aşağı yukarı
Ayhan Işık ile benzerlik göstermektedir. Ne ki Ömer Şerif bu rolü üstlenir ve film gişede büyük başarı gösterdiği gibi, sinema tarihinin unutulmazları arasına girer. 10 dalda Oscar'a
aday gösterilen Arabistanlı Lawrence 7
ödül alır, adaylar arasında 'en iyi yardımcı oyuncu' kategorisinde Ömer Şerif de vardır. Şerif meslek yaşamını o günden sonra Amerika'da devam ettirir.
Sevgili Nihat Nikerel'in
vefat haberini öğrendiğim an aklıma bu anekdot geldi. Zira dolaylı da olsa Ayhan Işık ile Nihat Nikerel arasında bir ilişki vardı.
Rahmetli Nikerel, henüz 25 yaşında bir delikanlı iken dünyayı dolaşma hevesiyle o ülke senin, bu ülke benim dolaşmaktadır. Şair ve yazardır... Monte Carlo'da kader, karşısına Ömer Şerif'i çıkarır. Arabistanlı Lawrence filminin üzerinden yaklaşık 20 yıl geçmiştir ve Şerif tüm dünyanın tanıdığı bir aktör olmuştur. Şerif-Nikerel karşılaşması bir poker gazinosunda olur ve Şerif
genç Nihat'a ne iş yaptığını sorar. Gezgin olduğunu öğrenince, 'Bana çok benziyorsun, üstelik gençsin, sinemayı denesene...' der. Nihat Nikerel bu sözü asla unutmaz ve İstanbul'a döndüğünde ilk fırsatı değerlendirerek, Feridun Kete'nin yine Nikerel'in öyküsünden filme aktaracağı "Görüş Günü" filminde oynamayı kabul eder.
Fakir kendisini Süper Baba dizisindeki Arap Kadri karakterini canlandırırken tanıdı. Daha ilk tanışmamızda çantasından çıkardığı şiir kitabını uzattı ve 'Bakma sen oyuncu rolü yaptığımıza, biz gönül insanıyız aslında.' deyiverdi.
Gerçekten de öyleydi Nihat Nikerel... Dünyevi görüşü ne olursa olsun her türden insan ile mükemmel
diyalog kurar,
kalp kırmamaya özen gösterirdi. Belki çok büyük filmlerde çok büyük roller oynamadı, Kurtlar Vadisi'ndeki 'Seyfo Dayı'ya kadar Türk izleyicisinin zihninde çok yer edinmedi ama onu tanıyanlar için hep muhabbet insanıydı Nikerel.
Şu satırları yazabilecek kadar incelikli olan bir insana başka ne diyebiliriz ki:
"Baktığım yere gülün gölgesi düşer
Tuttuğum her ele senin sıcaklığın
Tattığım her lokmada senin tadın
Bir gülün kokusu kaldı
Bir senin sıcaklığın
Bir de vuslata olan hasretim
Güneşimi bıraktım
Al yeşil kurumuş dallarımı
Bazı insanlar vardır, büyük oyuncudur ama insanî yönleri çok zayıftır, karakterleri sağlam değildir, bazıları da tam tersidir. Nikerel belki çok büyük oyuncu değildi ama büyük insandı.
Hassastı bir kere, sonra gönül adamıydı,
şairdi, duygu insanıydı. Şair 'bir kuşu bir kuş öldürse ben can çekişiyorum' diyor ya, öyle bir kırılgan ruha sahipti rahmetli.
Tam da
Yeşilçam ve vefa üzerine kafa yorarken aldım onun
vefat haberini. Vefa ile vefat... Ne kadar birbirine yakın gibi görünüyor değil mi bu iki kelime? Birçok vefalı insan sektörün tüm vefasızlığını hissederken, tarifsiz acılar içinde kimsesiz izbelerde yumuyor hayata gözlerini. Vefat ediyorlar sessiz, sedasız ve sahipsiz. Şükür, Nihat ağabey böyle biri değil ama yine de yapayalnız bir burukluk bırakıyor genzimizde bu tür sanatçıların gidişi.
Sıkıcı bir filmin tam ortasında, utancından eğilip, bükülerek salondan çıkan mahcup
seyirci gibi; anlamadan, anlaşılmadan ve garibanca...
Allah rahmet eylesin...