Sevdaya dair

Bazı sahneler vardır bazı filmlerde.


Film belki çok vasat, hatta kötü olmasına rağmen sahne aşar o filmi; izleyicinin belleğinde unutulmaz bir raf bulur kendine ve oraya yerleşip kalır öyle. Tarantino'nun Pulp Fiction'ı örneğin. Bütün o içeriksizlik, boşluk ve kabuğa feda edilen öze rağmen müziği, kahramanların parmaklarını gözlerinden sürme gibi çektikleri o dans sahnesi klasikleşmiştir artık. Ya da bir Türk filminden örnek vereyim size: Eşkıya filmi Yavuz Turgul'un. Bir sahnesi bütün sahnelerini aşıp geçmiştir. Berfo ile bizim Eşkıya'nın karşı karşıya kaldıkları o muhteşem sahne; aşk için en yakın arkadaşını bile satabilecek kadar gözü dönmüşlüğün haykırıldığı sekans. Bir de taze bir örnek, Babam ve Oğlum'dan: Baba'nın evlat acısının verdiği ruhsal savrulma ile cenaze alayının en önünde üstünü başını parçalayıp 'Getme deyeydim' içerikli trajedi ve mizahın iç içe geçtiği o şahane sahne! Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet'ın başrolünü oynadığı Titanic'i hepimiz hatırlıyoruz. Ve en unutulmaz sahnesi olarak eminim aklınızda, delikanlının geminin en ön kısmında kızın beline sarılıp, kollarını kelebek gibi boşluğa açtığı sahne kalmıştır. Ama esas vurucu olan hangi sahneydi biliyor musunuz? Titanic'i unutulmaz kılan genç kızın umutsuzluk içinde parmaklıklara tırmanıp denize atlamayı göze almışken delikanlının onu vazgeçirmek adına yaptıklarıydı. Hatırladınız değil mi? Kız bir zengin ile nişanlıdır. Danslar, valsler, geziler, bembeyaz kostümler, sahte tebessümler. 18. yüzyıl Fransa'sındaki gibi her şey yapmacık ve sentetiktir. Ancak kız kendini uçurumun kenarında hissetmektedir. Bir el arıyordur sadece, onu o uçurumdan çekip alacak bir el... Gemi buzulların orta yerindeyken, çıkar güvertenin parmaklıklarına ve buz gibi karanlık sulara bırakacaktır kendini. Delikanlı görür onu... Şöyle geçer diyaloglar: Delikanlı: Yapma. Genç Kız: Yaklaşma. Orada kal. Delikanlı: Hadi. Bana elini ver. Seni oradan çıkaracağım. Genç Kız: Hayır! Olduğun yerde kal. Ciddiyim. Atarım kendimi. Delikanlı: Hayır, atamazsın. Genç Kız: Nasıl yani? Atlarım tabii. Bana ne yapıp ne yapmayacağımı söyleyemezsin. Beni tanımıyorsun. Delikanlı: Yapsan şimdiye kadar çoktan yapardın. Hem, sen atlarsan, ben de arkandan atlamak zorunda kalırım. Genç Kız: Saçmalama, ölürsün. Delikanlı: Ben iyi yüzerim. Sonrası bellidir, ölümden sıcak ve soğuk gibi yaşama dair bir bahse geçilmiştir artık. Aşkı büyütüp, zaman ötesine sıçratan şey, onu yaşayan insanların kişilikleri, kimlikleri değildir. Yapılanlar ve söylenenlerdir. Sıradan bir çobanın aşkı bir destana dönüşür yaşadığı çileler ve ona yapılan zulümlerden sonra. Ve insan güverte demirlerine tırmanmış, buzulların ölümcül sularına atlamayı göze alan âşık gibi olmadıkça sevdası destanlaşmaz hiçbir zaman. Şimdi şu soruyu kendimize sorma zamanı: Jack Davson gibi (filmdeki delikanlının adı buydu) sevdiğimize, 'sen atlarsan, ben de atlarım' diyebildiğimiz zaman aşkın sahici sularına girmişiz demektir. Peki diyebilir miyiz? Ya da özne değiştirip şöyle diyeyim: Ne için atlamayı göze alıyorsanız, sevdanız odur!

Haber Etiketleri:  
ÖNE ÇIKAN HABERLER