Malumunuz, ramazanın sonunda bayrama ulaştık... Seneye ne olur bilemiyoruz,
ölümlüyüz zira... Her ne kadar hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor olsak da ölüm hepimizin kapısında. Bazılarımız yüzleşemediği için kaçıyor, bazılarımız ölümün gerçekliğiyle hemhal olup kendine çeki düzen veriyor... Hangisinin daha doğru olduğunu istisnasız deneyimleyeceğiz.
Bayram herkes için farklı bir anlam taşır . Kimi için iş yoğunluğu çifte
maaş; kimisi için bayramlık alam zamanı;kimisi için anne babayı ziyaret; kimisi için çoluk-çocuk şehirden uzaklaşmanın, köy kokusu almanın meşru gerekçesi...
Bayramlar güzeldir! Eğer kendimize
zehir etme niyeti içinde değilsek.
Bu aralar seans araları telefonla kısa bir soru sormak için arayan danışanlarım ciddi olarak arttı. Genel soru şu: “Nazlı Hanım, eşim bayramda annemlere gitmek istemediğini söyledi. Şimdi ben ne yapacağım, soranlara ne yalan söyleyeceğim?...”
Zor soru... Bu soru bazen erkek, bazen de bayan danışanımdan geliyor. Nefisler ve takılmışlıkların cinsiyeti olmadığı için, soru soranlar değişiyor ama soruların altında yatan zaaf noktaları çoğu zaman değişmiyor.
Zor şey, insanın haklı olduğu halde kendini bir türlü karşıdakine anlatamaması. Haklı olduğu halde yapmak istemediği şeyi yapması... Ya da eşli olduğu halde, boynu önünde mazeret üretmeye çalışarak, kimseyle göz göze gelmeden bayram ziyareti yapması.
Bir başka zorlukta istemeye istemeye sırf eşin zorlamasıyla, kendine rağmen kanayan kalbine rağmen seni yeniden kırabilme ihtimalaleri olan eşin akrabalarına gitmek. Onaylamadığın yaşamlara kısa süreliğine de olsa dahil olmak... Bazıları için ölüm gibi....
Taraflar birbirlerine “Evet!” derken, bir aileye de
evet dediklerini unuttukları için, çoğu zaman haklı gerekçelere de dayanarak karşı tarafın ailesinden birisini işaretleyebiliyorlar. Çoğu kez o kişinin söylediği veya yaptığı bir şey, derin bir çizik bırakıyor eşlerden birinin kalbinde. İşte o zaman bayram ziyareti söz konusu olduğunda gitmek mecburiyeti doğduğunda gitmek istemiyor kalbinden yara alan taraf...
Gitse de kırgınlığına malzeme toplamak, zaten var olan uçurumu biraz daha derinleştirmek için kullanıyor bu fırsatı... Diğer taraf da boş durmuyor tabii.
Özür dilemek,
tamir etmek ya da “Değiştim ben!” demek yerine, gönlü kırık olanın üstüne daha da fazla gidebiliyor.
Olan bitenden habersiz olan taraf durumu anlamlandıramadığında en yakınına kızıyor çoğu zaman.Bir intikam alma düşüncesiyle bu sefer de kendisi eşinin anne-babasına veya bir akrabasına aynı şekilde davranmak üzere silahlanıyor.Kılıçlar çekiliyor. Vakti zamanı gelince de taşlar bir bir ortaya dökülüyor..
Kısaca durum şu: eşler birbirlerinin ailelerine (özellikle bayramlarda) gitmemek için değişik nedenlere sığınabiliyorlar... Yani diyorlar ki “Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü…” Diyorlar demesine de sonuçları yaşamak bu kadar kolay olmuyor. Bir inatlaşmaya dönüşen “senin ailen - benim ailem” meselesi başlangıcı belli, sonu yılan hikâyesine dönen bir filme dönüşüyor.
Trajedik bir film bu, kazananı yok; kaybedeni çok! Önce eşler, sonra aradaki muhabbet, son olarak çocuklar ve anne babalar, nasiplerini birer birer alıyorlar. Bayram zehir oluyor.
Anne-babasına zorlayarak eşini götürenler, diken üstünde… Güzelim günler, eşinin “faul” bir hareketi olup olmayacağını gözleyerek geçiyor. Gitseler bir türlü, gitmeseler bir türlü…Götürmeye zorlasalar bir türlü,zorlamasalar bir türlü...
Eşini yanında götürmeyi başaramayıp, yalnız takılanlar için makul beyaz yalanlar... Anne babanın da anladığı halde “anlamamış” gibi yaparak durumu idare etmesine dönüşüyor. Ve yine bayram acılaşıyor. Küskünlüklerin bitmesine vesile olması gereken bayram, var olan küskünlükleri derinleştirdiği gibi, küskünlüklere yenilerini ekleyerek devam ediyor....
“Peki, ne yapalım o zaman?” diyorsanız eğer, “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var!” sözü üzerinden gidelim derim ben. Görmek istemediğiniz insan yüzünden bayramın zehir olması sözkonusuysa, sonuç tam bir sıkıntı olacaksa, kahvenin hatırına sığınmayı daha anlamlı bulmak lazım diye düşünüyorum...
En kötü gördüğümüz ve yüzde yüz bizim haklı olduğumuz bir nedenden dolayı hoşlanmadımız bir akrabayı ziyaret etmek kaçınılmaz olduğunda...Eğer sevdiğimiz insan memnun olacaksa… Kalbimizdeki yaraya rağmen nefsimize meydan okuyabileceksek… Kısa süreli de olsa samimiyetle bir ziyaret yapmaya değmez mi?
Yani demem o ki üç günlük ömürde eğer zorlanarak değil samimiyetle bir fedakârlık yapmak, “sevdiğimiz insanın sevdiğine” bir çikolatayla gitmek, on dakika durmak, sonra da ayrılmak bu kadar zor mu?
Zor değil elbette. Ama kalbimizdeki yara ve canımızın istediği gibi davranma alışkanlıklarımız, bize bunu çok zor; kaçmayı, yok saymayı ise daha kolay gösteriyor. Zor olan bu aslında...
Gitmek istemediğimiz o insanın bir çayını içmişsek, bir kahvesini yudumlamışsak, bir kere daha düşünelim (eşimiz gitmek istediği halde) inat etmemizin ne denli “can acıtıcı” olduğunu...
Bu arada şunu da söylemeden geçmek istemem. Bu bir hazır oluş meselesidir. Eğer eşimizin yarası çok derin ve gelmeye de henüz hazır değilse… Gerçekten hazır değilse, işte o zaman zorlamamak lazım... Yalan söylemek yerine yakınlık ve samimiyet oranında neden gelmediğini kısaca ama incitmeden anlatmak lazım ki karşı taraf da kendisini değerlendirme fırsatı bulsun...
Şimdi sıra sizin seçiminizde… İster gitmeyi reddedersiniz, isterseniz kahvenin hatırına duruş değiştirirsiniz. Hangisinin sizin için hayırlı olduğunu belirleyecek tek şey, sizin niyetinizdir. Şimdi kendinize dönün ve hangi seçeneğin size daha iyi geleceğine karar verin... İşte o zaman, bayramınız bayram olacaktır...Mutlu bayramlar...
[email protected]