Oysa,
Paksüt'ün, bazı temaslarını meydana çıkarmak gayesiyle, polis tarafından takip edilmesini normal karşılamak lâzım.
Özal döneminde,
Polis Vazife ve Salâhiyetleri Kanunu'na 7'nci madde eklenmişti: "Polis, Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, ANAYASA DÜZENİNE ve genel güvenliğine dair önleyici ve koruyucu tedbirleri almak üzere, ülke seviyesinde istihbarat faaliyetlerinde bulunur."
Anayasa düzenini korumaktan kasıt, demokratik rejimi ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetleri önceden tesbit edip, önlemekti; bir başka ifadeyle, gizli gizli
darbe hazırlıkları içinde olanlar takibe alınabilecekti. 28
Şubat sürecinde,
Batı Çalışma Grubu belgesi ortaya çıkıp, onbaşı
Kadir Sarumsak, devletin gizli belgesini çalmakla,
İstihbarat Dairesi
Başkanvekili Bülent Orakoğlu da, onu azmettirmekle suçlanınca, mahkemede Orakoğlu, yukarıda adını verdiğimiz kanunun ek 7'nci maddesini hatırlattı ve sonuçta da
beraat etti. Çünkü, devletin görevi, sadece sivillerin değil, askerlerin veyahut onlarla
işbirliği yapanların da birtakım işlere kalkışmasını engellemektir.
Anayasa Mahkemesi üyesi, Karargâh'a gidip,
Kara Kuvvetleri Komutanı'yla saatlerce konuşamaz; hem de böylesine kritik günlerde; hem de
AK Parti aleyhine
dava açılmasının arifesinde. "
Irak operasyonu hakkında konuştuk" sözleri kimseye inandırıcı gelmez. Böyle bir temasta, hem asker yıpranır, hem yargı yıpranır; nitekim yıpranmıştır da. Birilerine, bu gibi, görünüşte masum toplantılarda çengel atıldığını, darbe anılarından biliriz. Eski
Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in anıları da,
legal toplantıların kamufle ettiği "memleketi
kurtarma" heveslerini gözler önüne sermiştir.
Osman Paksüt'ün içine, "izleniyorum" gibi bir kurt düşmesinin sebebi de, böyle tuhaf ilişkiler içinde olması değil mi?
Kılıç istifa etsin
Anayasa profesörü
Mustafa Erdoğan,
Star gazetesinde, Anayasa Mahkemesi'nin başörtüsüne ilişkin kararını "Bu bir darbedir" başlıklı yazısıyla yorumladı: "Anayasa Mahkemesi, anayasanın açıkça kendisine yasakladığı yetkileri kullanmak ve
Meclis' in tali kurucu yetkisini
gasp etmek suretiyle, aslında anayasanın kendisini iptâl etmiştir. Böylece anayasal bir
organ olmaktan çıkmış, de facto
egemen hale gelmiştir. Bu yargı darbesinin, anayasanın askeri bir cunta tarafından yürürlükten kaldırılmasından, özünde bir farkı yoktur. Yeni fiili rejimi, 'yargı diktatörlüğü' olarak tanımlayabiliriz. Bu rejimde, kuvvetler ayrılığının yerini, kuvvetler hiyerarşisi almıştır; hiyerarşinin tepesinde Anayasa Mahkemesi bulunmaktadır. Ve
TBMM, bir Danışma Meclisi' ne dönüşmüştür. Tıpkı darbe dönemlerinde olduğu gibi."
Mustafa Erdoğan, Anayasa Mahkemesi'nin başörtüsü kararına
muhalif kalan 2 üyesine,
Haşim Kılıç ve
Sacit Adalı'ya bir
çağrı yapıyor: "İstifa edin."
Sahi, niçin
Haşim Kılıç ve Sacit Adalı istifa etmeyi düşünmüyor? Kılıç, meşruiyeti giderek tartışılan Anayasa Mahkemesi'nin kaybettiği itibarını yerine getirmek için çabalayacağına, şöyle mertçe ortaya çıksın ve desin ki, "Arkadaş, hukukun üstünlüğüne saygı göstermeyen ve anayasayı çiğneyen bu mahkemede benim yerim yoktur."
Türkiye'nin medeni cesaret sahibi insanlara ihtiyacı var.