DTP milletvekilleri ifade vermeye gitmeyince
mahkeme, bir sonraki duruşmaya 'zorla getirilmelerini' istedi. Bu nasıl olacak?
Polis zoruyla mı? Yine 90'lı yılların görüntüleri mi sahneye konulacak?
O günleri unutanlar olabilir, polis aynı siyasî çizgiye mensup milletvekillerinin
Meclis'ten çıkışını bekledi ve yakalar yakalamaz da enselerinden bastırarak resmî araçlara bindirip götürdü.
Bu fotoğraf,
Türkiye'yi uluslararası camiada güç durumda bıraktı. Daha sonra dönemin siyasî aktörleri 'Yanlıştı, hataydı, keşke başka yol bulsaydık' dedi.
Tablo hoş değil ancak ben aynı manzaranın 2009'da tekrarlanacağını sanmıyorum. DTP'nin geçmişten hiç
ders almadığı doğru... Ama dünün acı olaylarından ders çıkaranlar var.
Gözlemim o ki, kimi DTP milletvekilleri bu yaşananlardan hoşnut... Söz ve hareketlerinden bir hukukî sıkıntıyı suhuletle çözmek yerine
krize dönüştürerek, istismar etme çabası seziliyor. Maalesef DTP, kriz ve gerilimden beslenen parti görünümünde. Türkiye bu kez asla DTP'nin oyununa gelmemeli. Başta Meclis yönetimi olmak üzere siyasî otorite, tatsızlıklara imkân vermemeli. Eski
Meclis Başkanı Köksal Toptan, olayı akışına bırakmadı ve inisiyatif aldı. Yeni Başkan Mehmet Ali
Şahin, bu sağduyulu tutumun devam edeceğinin sinyalini verdi.
Bu hukukî problemin çözülmesi için elbette makul bir yol bulunacaktır. Milletvekillerinin polis zoruyla götürüldüğü
ülke görüntüsü DTP dışında kimseye fayda getirmez. Kimi DTP milletvekilleri
tahrik etse de sağduyu terk edilmemeli.
Tam da bu satırları yazarken eski milletvekili Abdülmelik
Fırat'ın
ölüm haberi düştü ekranlara. Fırat, sıradan bir isim değil. Şeyh Said'in torunu, onu 90'lı yıllarda DYP milletvekiliyken tanıdım. Bölgenin hassasiyetlerine sahipti ama hiçbir zaman DTP'liler gibi davranmadı, kendisini sürekli ayrıştırdı. Hakpar diye bir başka parti kurdu.
Kürt kimliğini vurgulamaktan çekinmezdi ancak din en önemli referans kaynağıydı. Ailesinin acılarla dolu hikâyesini defalarca dinledim. Henüz 2 yaşındayken
sürgünle tanıştı. Bu ilk sürgünü değildi, son da olmayacaktı. Bir kararla
Erzurum Hınıs'tan Trakya'ya
Vize ilçesine gönderildi, oradan da Sergen köyüne. Türkiye'nin bir ucundan diğer ucuna...
Hâlâ o günlerin izlerini taşıyan yüzündeki keskin ifadeyle, "Aile mensuplarının köyden dışarı çıkması yasaktı." demişti. Sürgün, Mecburi İskân Kanunu kalkınca bitti, tam 13 yıl dile kolay. Büyüklerinden medrese eğitimi aldı, dinin yanı sıra Arap ve Fars edebiyatını okudu. Sık sık
Farsça şiir okuduğuna şahit oldum. Hukuk eğitimi için yurtdışı planları yaparken
Başbakan Adnan Menderes'ten milletvekilliği teklifi aldı. '
Hayır' dedi, yaşı da tutmuyordu.
Baskılara direnemedi, yaşını büyüttü ve 1957'de 23 yaşında Demokrat Parti'den milletvekili oldu. Menderes'in amacı,
aile ile devleti barıştırmaktı. Bir nebze başardı da. Ve 27
Mayıs... Mebusluğu, mahpusluğundan kısa sürdü. Yassıada'da idamla yargılandı, müebbet hapse mahkûm oldu, 3 yıl hapisle kurtuldu. Ama ondan sonra da hiç rahat yüzü görmedi.
Baskınlar, sürgünler devam etti; "Her darbenin sabahında önce bizim ailenin kapısı çalındı." dedi. Meclis koridorlarında dolaşırken milletvekili arkadaşlarının
selam vermekten çekindiklerini söylediğinde içim burkulmuştu. "Herhalde devletin veya birilerinin gazabından çekiniyorlar." diye de eklemişti. Sıkıntı ve stres kalbe vurmuştu, o yıllarda
kalp spazmı geçirdi. 95'te
Aksiyon Dergisi'ne 'Selam vermekten korkulan milletvekili' diye portresini yazmıştım.
Ölüm haberini duyunca bunları hatırladım. O da Kürt'tü, bölgenin hassasiyetlerine sahipti, ama hiçbir zaman DTP'liler gibi olmadı, şiddete yakın durmadı.
Allah rahmet eylesin...