Bizde askerliğin neden kamu hayatının ve hatta özel hayatların merkezinde yer aldığı üstünde ciddi olarak düşünmemiz gerek. “Tek-tip askerlik”, “profesyonel ordu”, “vicdani red” gibi meselelerin bugünlerde gündemde olması bunun için iyi bir vesile.
Aslına bakılırsa, bu sadece bizim değil, bütün
modern ulusların düşünmesi gereken bir mesele. Çünkü, düzenli ordular da, mecburi askerlik de modern devletin ortaya çıkışından ayrı olarak düşünülemeyecek kurumlar. Bu sadece -Charles Tilly’nin dediği gibi- modern devletin bir savaş aygıtı olarak ortaya çıkmış olmasından da kaynaklanmıyor. Kendisine özgü kavramları, kurumları ve sembolleriyle askerlik modernliğin merkezinde; çünkü modern ulus-devletlerin bunlara olan ihtiyacı “
savunma” gerekleriyle sınırlı değil.
Mesele daha çok ideolojik. Modern devletin
toplumun itaatini kolaylaştıracak ideoloji aşılama araçlarına çok ihtiyacı var.
Ordu bu ihtiyaca karşılık gelen temel kurumlardan biri.
Askerlik bu ihtiyacı sadece orduların kendi içlerindeki eğitim süreçleriyle değil, başta genel eğitim sistemi olmak üzere neredeyse bütün diğer devlet kurumları için bir
model oluşturmasıyla da çok iyi karşılıyor. Özellikle de izci teşkilâtları, “yaz kampları”, “
bayrak törenleri”, “and içme”leri, askerileştirilmiş “beden eğitimi” dersleri ve benzerleriyle ilk ve orta
öğretim bu amaca çok uygun; daha doğrusu, zaten bu amaçla tasarlanmış.
Daha özel olarak Türkiye’ye gelirsek, askerlik ve onunla ilgili düşünüş ve semboller burada daha da hayati. Malum, yakın zamanlara kadar “dört-bir yanımız düşmanlarla çevrili” idi. Her an “Sevr hortlatılabilir”, ülkemiz parçalanabilir, “Cumhuriyetimiz yıkılabilir”di. Onun için “güçlü ordu” birincil amacımız olmalı v
e devlet sisteminin merkezine yerleşmeliydi. Aynı sebeple bütün erkek yurttaşlar -
şükür ki kadınlar değil- ordunun standart “tezgâh”ından geçmeli, askeri emir-komuta ağının “çelik disiplini”nden payını almalı, dahası bu emir-komuta ilişkisi
terhis sonrasında da potansiyel olarak varlığını sürdürmeliydi.
Bir de şu var tabii: Böylesine vahim tehlikelerle yüz yüze olmasaydık bile, bizim yine de “doğuştan asker” bir millet olduğumuzu unutmamamız gerekirdi. Hangi “Türk” bu “tabii” özelliğine karşı çıkabilir ve “asker doğmuş” olmanın gereklerine direnebilirdi! Madem ki biz “tab’an” askerdik, öyleyse “askerlik hizmeti” bizim için -
Anayasa öyle dese de- harici bir yükümlülük değil, “eşyanın tabiat”ındandı. Tabii, “
sivil” hayatımızı da “askerce” düzenlemeliydik.
Eh, herkesin “doğuştan asker” olduğu bir toplum çevresi düşmanlarla çevrili bir coğrafyada yerleşik olursa, orada devletin askeri gereklere göre örgütlenmesinden daha tabii ne olabilir? Böyle bir ülkede elbette kamu hayatının da askeri gereklere göre şekillenmesi ve erkek yurttaşların hayatlarını ya hep askerliği hatırlayarak ya da yeniden asker olmayı bekleyerek geçirmeleri gerekir.
Oysa, medeni bir toplumda ne ordu ne de askeri kavramlar herkesin fikir ve
imaj dünyasını işgal edebilir. Sahiden medeni bir toplumda askerliğin kavramsal ve sembolik dünyası hayatın merkezinde değil, olsa olsa marjında yer alır. O da tabii, sahici bir “savunma” ihtiyacının gerekleriyle sınırlı olarak.
Öyle bir toplumda da ne genelleştirilmiş bir “zorunlu askerlik” sistemi olur, ne de fiziksel varlıkları, mekânları ve kavram dünyalarıyla askerler gözümüzün önünde olurlar. Hükümetin değil de genelkurmayın sözcüsü gibi duran savunma bakanları ise hiç olmaz.