Suruç'taki "
Kürtçe ezan yoklaması", henüz kabuk bağlamış bir yaramızı, 61 yıl önce Adnan
Menderes hükümeti tarafından sona erdirilene
Türkçe ezan zulmünün hatıralarını yeniden canlandırmış oldu.
Şu kadarını söyleyelim ki,
Türkçe ezan uygulaması yalnız Türklere değil, Kürt ve Arap vatandaşlarımıza da
tarif edilmez sıkıntılar yaşatmıştı.
Türkçe ezan
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 1932 tarihli bir genelgeyle imam ve müezzinlere mecburi tutulmuştu. Uygulamadaki bazı aksaklıkları halletmek üzere 1933 Şubat'ında Başkan
Rifat Börekçi imzasıyla ikinci ve sert bir uyarı yapıldı. Buna göre
Arapça ezan yasağına uymayanlar "kat'i ve şedit cezalara çarptırılacaklar"dı. Nitekim de öyle oldu. Pek çok din görevlisi ceza aldı, dayak yedi, görevden alındı, hatta hapse düştü.
İşin tuhafı, 1941 yılına kadar
kanun yoktu ortada. Sadece Diyanet'in genelgeleri vardı. Diyanet'in genelgesi de din görevlilerini bağladığı halde, mesela cemaatten birisi minareye çıkıp ezan okusa veya cami içinde kamet getirecek olsa aynı genelgeye veya emre itaatsizliğe göre cezalandırılıyordu. Bu uygulamanın hukukî bir dayanağı mevcut değildi. Kamuda çalışmayan birinin, mesela bir köylünün veya bakkalın da aynı cezaya çarptırılması, Tek Parti idaresindeki keyfiliğin şahane bir misaliydi.
1941'de bir din görevlisi, aldığı cezayı
Yargıtay'a götürdü. Daha da garibi,
Yargıtay imamı haklı buldu ve kararı bozdu. Böylece yasağın ne kadar keyfî olduğu, verilen cezaların ne kadar kanunî mesnetten yoksun bulunduğu zamanın en
yüksek yargı organı tarafından onaylanmış oluyordu. Tabii Refik Saydam hükümeti paniğe kapıldı ve alelacele "
Devrim Kanunu" olarak bilinen Türk
Ceza Kanunu'nun 526. maddesine bir ek yaptı. Buna göre Arapça ezan ve kamet okuyanlar 3 aya kadar hafif
hapis veya 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılacaklardı.
İşte Menderes'in 1950'de yaptığı değişiklik, kanuna yapılan bu eklemeyi kaldırmaktan ibarettir. Ne Türkçe ezanı yasaklamış, ne de Arapça ezanı mecburi tutmuş, sadece yasalar ezan konusunda hiçbir şey söylemez olmuş, yani ezan serbest bırakılmıştır. O günden son
Kürtçe ezan girişimine kadar da cemaat ezan denilince sadece
Ezan-ı Muhammedî'yi anlamıştır. Bu konuda tam bir mutabakat vardır.
Çünkü Tek Parti döneminde yaşanan ezansız yıllar Türk, Kürt, Arap, Sünnî, Alevî... her mezhep ve ırktan insanımız için acı tecrübelerle doludur. Bu topraklarda bizzat Türkler "Türkçe ezan"a karşı en büyük mücadeleyi vermişken, dini bir etnik kimliğe alet etmeye çalışmanın mantığını anlamak mümkün görünmüyor.
Kaldı ki,
Kürtlerin Türkçe ezan zulmünden iki misli etkilendikleri de bir gerçektir. Türkler yalnız dinî açıdan etkilenmişlerdi. "
Allah" yerine "Tanrı" denilmesi, "Lâ İlâhe İllallah" yerine "Tanrı'dan başka yoktur tapacak" gibi kasten
sakat bir
çeviri yapılması (gerçekten de Türkçe düşünülseydi "Tanrı'dan başka yoktur tapılacak" denilmesi gerekirdi) gibi içlerine sinmeyen yerler vardı. O zamanın yaygın deyişiyle, "Allah" demek yasaktı ve bu noktada yasağın kalkmasını istiyorlardı.
Lakin Kürtlerin durumu daha karışıktı. Türkiye'nin Doğu illerinde Türkçe bilmeyen milyonlarca vatandaş yaşıyordu. Onlar için Türkçe ezan uygulaması hem dinle, hem de dille ilgili bir
baskı demekti. Türkçe bilmiyorlardı ama Arapça ezanın ne olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Hem Arapça ezan yasaklanmış, hem de hiç bilmedikleri bir dilde minarede bir "şeyler" okunduğu zaman gerçekten şok geçirmişlerdi. Üstelik yalnız cemaat değil, Türkçe ezanı okumaya mecbur bırakılan imamlar da Türkçe bilmiyordu. Bu durumda Kürtler Türkçe ezanı katmerli bir zulüm olarak algılamışlardı.
Mesela İngilizler İstanbul'u işgal ettiklerinde ezanı İngilizceye veya
Yunanlılar Bursa'yı işgal ettiklerinde Yunancaya çevirselerdi ne hissederdiniz? İşte Kürtler Arapça ezan yasaklanıp da Türkçe ezan okumak ve dinlemek ve bu ezanla namaz kılmak zorunda bırakılınca benzer duygular yaşamışlar, adeta Türkçe ezana düşman kesilmişlerdi. O adeta sömürgeci bir kuvvetin zorbalığının sembolü olarak algılanmıştı. (Arap vatandaşların durumları büsbütün tuhaftı. Onlar Arapça ezanı 'anlıyor' ama Türkçe ezandan "felah" kelimesi haricindekilere
yabancı kalıyorlardı.)
İşte Siirt'in
Eruh ilçesinin Ayne (şimdiki adıyla Bağköze) köyünden Ayşi Batur ninenin yaşadıkları. Torunu Cüneyt Batur anlatıyor ("Türkçe Ezan ve Menderes" adlı kitabımdan aktarıyorum):
"Babaannem yaklaşık 90 yaşında ve Türkçe bilmiyor. Türkçe bildiği tek söz, "Tanri ulidir"den ibarettir. Anlayacağınız, köyümüz
e devlet,
hizmet olarak Türkçe ezanla gelmiş! Devlet sağlık ocağı, doktoru, hemşiresi, okulu, öğretmeni, çeşmesi dahi olmayan bir köye Türkçe ezan yoluyla günde 5 kez uğruyormuş! Oradaki Kürt halkına ezanı Türkçe okutunca Türkçeyi sevdireceklerini zannetmişler. Halbuki "Türkçe" deyince babaannem gibilerinin aklına sadece itici, sevimsiz ve incitici "Türkçe ezan" geliyor."
Dr. Ali Dikici'nin Emniyet arşivlerinden aktardığı bilgiler, Türkçe ezana karşı İzmir'den, Urfa'dan, Çorum'dan, Siirt'ten, Isparta'dan, Bayburt'tan, Kayseri'den, Erzurum'dan, velhasıl Türkiye'nin dört bir köşesinden tepkiler uyandığını gösteriyor. Yani Türk'ü, Kürt'ü, Arap'ı ezanımızla kader birliği etmişiz. Ne için? Her Allah'ın günü ufuklarımızda çınlayan Ezan-ı Muhammedî sünnetine sahip çıkmak için. Onun etrafında halkalanmışız, yekvücut olmuşuz. Tıpkı 16 Haziran 1950'de bütün Türkiye'nin 18 yıldır mazlum minarelerin etrafında halkalanıp her birine birer Bilal-i Habeşi ruhu üflenmiş müezzinlerin ağzından ezanın Arapça değil,
Necip Fazıl merhumun deyişiyle "Rabca" olduğunu haykırdıkları gibi.
Galiba son sözü "sözün sultanı"na bırakmak,
Bediüzzaman Said Nursi'ye:
"Ezanı bir ilandan ibaret zannediyorlar. O divaneler bilmiyorlar. Şayet öyle olsaydı, her millet kendi lisanına göre 'namaza gelin' diye çağırırdı. Halbuki bu ezan Asr-ı Saadet'ten beri öyle devam ediyor. Bu 'ila-yı kelimetullah'tır. İmanın esasını günde beş defa dünyaya ilan etmektir. İslam'ın şeâiridir (âdet). Bu şeâir farzlar kadar ehemmiyetlidir."
Ezan-ı Muhammedî tektir. Onu parçalara bölmek isteyenlere izin vermeyeceğiz.