Tarih rağbet görmeye başladı ya, ciddi veya gayri ciddi öyle çalımlar atılıyor ki o
kura, insan hayret uçurumlarının birinden diğerine yuvarlanıyor.
Okumadığı bir
İngilizce kitabı esas alıp birilerine giydirmeye çalışandan tutun da, Mimar
Sinan ile Kanuni'nin kızı Mihrümah Sultan'ı birbirine âşık edenlere kadar tarihi yağmalayan taife, zehirli sarm
aşıklar gibi ortalığı sarmış durumda.
Zavallı okur da ne yapsın? Pek azı "Filanca kitapta veya yazıda anlatılanlar doğru mu acaba?" sorgulamasını yapabiliyor. Diğerleri, çaresiz önlerine sürülenleri tüketmekle meşgul. Her gün bu tür sorulara muhatap olmak yorucu ve bıktırıcı ama sabırla okurlarımı aydınlatmaya devam ediyorum, gücüm yettiğince de edeceğim. Tarih alanını örümcek ağı gibi sarmış olan bu Ergenekonvari yapılanmanın hesabı görülünceye kadar sürecek mücadelem. Ya da susturuluncaya kadar...
İttihatçılardan beri
propaganda yoluyla namuslu insanların göğüslerine yaftalar yapıştırılır (tabii alnına kurşun sıkılarak susturulmadıysa). Bunlardan birisi,
Dışişleri Bakanı Asım Bey'in, savaştan önce
Meclis'te "
Balkanlar'ın âtisinden (geleceğinden) imanım kadar eminim." dediği iddiasıdır. İttihatçılara göre o kadar gafil bir
Dışişleri Bakanımız vardır ki, Balkanlar'daki büyük tehlikeyi görememiş ve bu haliyle Meclis'e teminat vermeye kalkmıştır. Sanki hiç kendilerinde suç yokmuş gibi Balkanlar'daki hezimeti bahane ederek darbeye kalkışacak olan İttihatçılar bütün faturayı İtilafçı hükümete çıkartmışlar ve bakanlar aleyhine
iftira kampanyaları açarken, Dışişleri Bakanı'nın nasibine de bu iddia düşmüştür. Asım Bey bütün ömrünce böyle bir sözü söylemediğini ispatlamaya çalışmıştır ama nafile. Leke sürülmüştür bir kere.
Oysa Meclis-i Mebusan zabıtlarına bakılınca o sözün resmî tutanaklarda çok farklı kaydedildiği görülür. 2 Temmuz 1328 (1912) günü yapılan oturumda Hariciye Nazırı Asım Bey'in aynen şu cümleyi kullandığını okuyoruz: "Efendiler, bu devletin âtisinden imanım kadar emînim." Asım Bey, bu devletin geleceğinden imanı kadar emin olduğunu söylüyor, İttihatçılar resmî tutanaklara rağmen bu sözü "Balkanların geleceğinden imanım kadar eminim"e çevirme uyanıklığını gösteriyorlar.
Tarih böyle çarpıtılıyor işte
Öte yandan tarih asparagaslarıyla şöhret yapmış bir başkası, gazetesinde "
sanal tarihin üstadları"na, yani fakire çatmak için
İngilizce bir kitabı kanıt gösteriyor. Son zamanlarda sık sık gündeme gelen İngiliz tarihçi Niall Ferguson'un "Pitty of War" adlı "enteresan bir kitabı"nın çıktığını yazıyor ve kitabın adını "Savaşın Merhameti" olarak çeviriyor. Bir insana cehaletini ispatla deseniz ancak bunu yapardı. İki cümle deşifre etmeye yeter bu zatı: 1) İngilizcede "Pitty" diye bir kelime yoktur, doğrusu tek 't' ile "Pity"dir. 2) Kitabın adını ancak İngilizce kursunda ilk kura devam edenler "Savaşın Merhameti" diye çevirebilirler; doğrusu, kitabın sonunda Ferguson'ın da açıkladığı gibi "Savaşın Trajedisi" veya "Savaşın Yanlışlığı" ("the greatest error of
modern history") olacaktır. Önce elinizde tuttuğunuz kitabı okuyabiliyorsanız okuyun da, sonra konuşun mirim, demezler mi şimdi?
İnkılap tarihçilerimizin görevlerinden birisi, başta
Mustafa Kemal ve İsmet
paşalar olmak üzere Cumhuriyet'i kuran kadronun bütün askerlik hayatlarını yenilgilerden arındırmaktır. Mesela 1913 Şubat'ında binbaşı rütbesinde bulunan Mustafa Kemal'in de yöneticilerinden (harekât şubesi müdürü) olduğu
Akdeniz Boğazı Mürettep Kuvvetleri'nin Bulgarlara karşı düzenlenen
Gelibolu taarruzunda hezimete uğradığı nedense atlanır ve suç, hep yapıldığı gibi Enver Paşa'nın geç hareket etmesine atılır. (Enver Paşa da onları
erken harekete geçtikleri için suçlar.) Kabahat kimde olursa olsun bu bir hezimettir ve Mustafa Kemal'in harekât şube müdürü olduğu birlikler Gelibolu taarruzunda Bulgarlar karşısında tam 6 bin şehit, 18 bin de yaralı vererek geri çekilmişlerdir. Bu savaşı kazanan Bulgarların kaybı ise
komik denilecek derecededir: Sadece 114 ölü, 416 yaralı. (Kaynak: Richard C. Hall, Balkan Savaşları, Homer: 2003, s. 108.) Peki bu olay neden geçiştirilir kitaplarda? Celal Erikan'ın 900 sayfaya yaklaşan Komutan
Atatürk adlı kitabında şu cümle vardır: "Birleşik bir komutaya bağlanamaması yüzünden Bolayır saldırısı boşa çıktı." (
İş Bankası: 2006, s. 94.) Gerçeğin üstü böyle örtülüyor işte.
Bir de güya
Mimar Sinan, Kanuni'nin sevgili kızı Mihrümah Sultan'a o kadar âşıkmış ki, adına inşa ettiği iki cami de Mihrümah'a duyduğu gizli aşkını ilan ediyormuş vs.
Bütün hikâye mükemmel ama bir tek kusuru var: Gerçek değil! Zira Sinan'la veya Mihrümah Sultan'la ilgili hiçbir kaynakta bu hikâyeyi doğrulayacak bir tek satıra dahi rastlanmaz. Mimarlık tarihçisi dostum Prof. Uğur Tanyeli'nin deyişiyle, bırakın gerçekliğine dair bir ipucunu, dedikodusuna dahi rastlayamazsınız.
Kaldı ki, Mihrümah Sultan'ın 17 yaşında Rüstem Paşa'ya verildiği yıl Sinan, 47 yaşında evli barklı biriydi. Üsküdar'daki ilk cami bittiği tarihte Mihrümah 25, Sinan 55; Edirnekapı'daki cami bittiği tarihte ise Mihrümah 43, Sinan 73 yaşındaydı. Üstelik Sinan, Mihrümah'ın ölümünden sonra 10 yıl daha yaşamıştır ki, hayal gücü kuvveti yazarlarımız Sinan'a "maşuk"unun anısına bir cami daha inşa ettirmeyi kurgulayabilirlerdi. Nasılsa akıllarına gelmemiş.
1) Bir
padişah kızını Sinan gibi bir bürokratın bile olsa görme şansı yoktu. Harem, dizilerde gösterildiği gibi bir yol geçen hanı değildi ki, Sinan oraya girip Mihrümah'ı görebilsin! Vahdettin'in kızı Ulviye Sultan'ın İsmail Hakkı Okday'la evlendirilişini hatırlayın, son padişah zamanında bile evlenmeden bir sultanla karşılaşma imkânı bulunamıyordu. Nerede kaldı ki, Kanuni zamanında görebilsin.
2) Mihrümah Sultan'ın gerçek hayatı hastalıklarla geçmiştir.
3) Kaldı ki, Rüstem Paşa gayet kıskanç biriydi. Hanımının hastalıklarından birinde onu erkek doktora muayene ettirmemek için bin türlü yol aramış, ancak çaresiz kalınca
İspanyol asıllı saray doktoruna muayene ettirmeye razı olmuştu. Doktorun bile giremediği
hareme Mimar Sinan nasıl girecek de, padişahın kızını görecek, ona âşık olacaktı?
4) Sinan'ın her iki camisinde ortaya koyduğu özgün çözümlerin değerini böylesine yüzeye çekmeye kimsenin hakkı yoktur.
Sanırım daha fazla söze hacet yok: Sinan'ın Mihrümah'a âşık olduğu ve iki eserini ona olan aşkını dile getirmek üzere yaptığı yakıştırması, tarihin nasıl yağmalandığına parlak bir misal teşkil eder yalnızca ve bütün değeri de bundan ibarettir vesselam.