Boğaz'daki ışık gösterisi muhteşemdi. İnsan eseri bu kadar etkileyici bir
manzara olabilir mi? Özellikle o Birinci Köprü'den Boğaz'a doğru akan
kırmızı ışık şelalesi
rüya âlemine ait olmalıydı.
Cumhuriyet işte böyle gökyüzünde patlayan yıldızlarla kutlanmalı. Bu gösteriyi düzenleyen
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden daha Cumhuriyetçi kim olabilir?
Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı ile birlikte her yıl temcit pilavı gibi ısıtılan Cumhuriyet
resepsiyonu muhabbetine, bu ışıklı Boğaz gecesinden bakmak en doğrusu. Boğaz'daki ışıklı resepsiyonu
protesto etmeye kimsenin gücü yetmez. Gözlerinizi kapatıp karanlık bir yere saklanmak bile çare olamaz. Sonrasında insanların yüzündeki mutluluk ve hayranlık bile size o ihtişamı anlatacaktır. Bir gün, belki de çok uzak olmayan bir tarihte Köşk'ün kapılarının halka açıldığı ve bahçesinde koca ateşlerin yandığı bir Cumhuriyet resepsiyonu hayal edebilirsiniz. Cumhurbaşkanı,
Başbakan ve
kuvvet komutanları Ankara'da yaygın olan sinsin oynuyorlar. Ateşin üzerinden atlayıp, Ankara zeybeğine duruyorlar. Sonra hep birlikte Boğaz'dakine benzer kırmızı bir ışık gösterisi izliyorlar.
Eski Cumhuriyet resepsiyonları Ulus'taki Ankara Palas'ta yapılırdı. Eski
Meclis binasının tam karşısında yer alan bu
otel, şimdi eski ihtişamını muhafaza ederek Dışişleri'ne mahsus Devlet Konukevi olarak kullanılıyor. 60 yıl önce arabalar Ankara Palas'ın kapısına yanaşır ve içinden kürklü-tuvaletli kadınlar, fraklı-papyonlu erkekler çıkardı. Karşı kaldırımda poturlu-çarıklı
seyirci kitlesi uzaydan geliyor gibi
yabancı görünen bu garip kıyafetli Cumhuriyet seçkinlerini, hayvanat bahçesinde tropikal bir hayvana bakar gibi merakla incelerdi.
Nerede o eski Cumhuriyet baloları? Ne vals müziği var, ne
orkestra. Cumhuriyet resepsiyonunu protesto edenlerin gerekçesi bu eksiklik olabilir mi? Eksiklik mi? Tersine bu işi Fidayda eşliğinde bir Ankara zeybeği oynamaya kadar götürmek lazım. İşte o gün Cumhuriyet kendi içindeki evrimini tamamlayıp bütünüyle halka ait olacaktır.
Yıllar önce bir
Anadolu şehrinde Cumhuriyet resepsiyonuna gitmiştim. Demek haber taşraya geç ulaşıyor. Cumhuriyet'in ilk yıllarından kalma
mermer sertliğinde bir ritüeldi. Şehrin bürokratları belki makam koltuğundakinden daha ciddi ve ağırbaşlı, resmî bir görevi ifa ediyorlardı. Ne kadar ciddi bir ritüel olduğu, akşamları düzenlenen
fener alaylarından belli olurdu. Bu fener alayları hâlâ yapılıyor mu? Traktörlerin, iş makinelerinin, ambulansların, itfaiye araçlarının peş peşe dizildiği, her yanı görgüsüzlük kokan bir gösteriş telaşı. Belli ki ilk yıllarda Cumhuriyet bu araçları çamurlu
toprak yollarda peş peşe dizerek vatandaşına güven vermeye çalışmış. Sonra anlamı üzerinde hiç düşünülmeden tekrarlanan bir ritüele dönüşmüş.
Resepsiyonlar ve fener alayları resmiyetin azaldığı daha sıcak
kutlamalar olarak düşünülmüş. İstanbul'da yapılan ışık gösterisi dışında bu sıcaklığı yakalamak mümkün değil. Taşradaki resepsiyonların, aynı mermer
soğukluğunda geçtiğine şüphe yok.
Sembolleri, kelimeleri ifade ettikleri gerçekliğin kendisi zannediyoruz. Son yıllarda moda olan resepsiyon muhabbetleri semboller dünyasında
vücut buluyor. Birileri, 'artık benim borum ötmüyor, o zaman orada ne işim var' demiş oluyor. Devlet iktidarı demokratikleşiyor. Cumhuriyet
küçük bir azınlığın tekelinden kurtuluyor ve halkın arasında hüküm sürüyor. Dar bir seçkin zümrenin iktidarının sembolü olan bu resepsiyonlar, Boğaz'ı ışığa boğan ışık gösterilerine dönüşüyor.
Eskiden resepsiyonların Cumhuriyetini kutluyorduk. Şimdi Cumhuriyeti resepsiyonların soğuk ve resmî atmosferinden yani küçük bir azınlığın ellerinden kurtardık. Bir adım sonrası
doğal renkler içinde halkın coşkuyla kutlayacağı Cumhuriyet resepsiyonlarına geçmek olmalı. Boğaz'daki ışık gösterisini seyretmek dururken, koyu renk
takım elbise ile Çankaya'ya çıkmayı kim ister?