'Bugün yumurta atan yarın taş atabilir.' Sözün sahibi Kılıçdaroğlu olduğuna göre, '
eylemci dalkavukluğu'na soyunanların kendilerini gözden geçirmeleri gerekmez mi? Önceki gün Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden ekranlara yansıyan manzaralar faşizm gösterileri değil miydi? Eh bu 'faşizm' hükmünü veren de neyse ki
Süheyl Batum'dan başkası değil.
'
Öğrenci olayları yeniden mi başlıyor?' endişesine bir
cevap niteliği taşıyor CHP'nin tepedeki iki isminin bu yorumları.
Hayır, yeniden başlamıyor. Gazete köşelerinde zorba faşist yöntemlerin reklamını yapanların aksine bu ülkede sağduyu
egemen. Bu oyunu hepimiz daha önce gördük. Bugün yumurta atanı telin ederseniz, kimse yarın taş atamaz. Öbür gün kurşun atma ihtimali de bütünüyle ortadan kalkar.
Kolektivist
gençlerin SBF'deki eylemi,
Dolmabahçe gösterisine medya köşelerinden aldıkları desteğin karşılığı idi. Bunlar genç, kanları kaynıyor; şımartırsanız tepenize çıkarlar. Böyle devam ederseniz şimdiden ceplerine taş doldurmaya başlarlar. Bu sefer geri adım atıp hatalarını
tamir etmeye çalışacaklar. Ancak şiddete dayalı reklamın tadını aldılar. İlk fırsatta yeniden deneyecekler.
Tekrarlıyorum: Bu bir patoloji. Böylesine patolojik bir durum karşısında taraf olmaya kalkarsanız kendinize de hastaya da haksızlık ve kötülük edersiniz. Ölçüyü doğru koymamız lâzım. O zaman ölçüyü birlikte bulalım.
Ölçü, Süheyl Batum'u ve
Burhan Kuzu'yu dinlemek üzere SBF'nin
Konferans Salonu'nu dolduran öğrencilerdir. O sesi çok çıkan birkaç kişi dışında salondaki sessiz çoğunluğun duygusunu, düşüncesini ve özgürlüğünü referans almayan hiçbir ölçü doğru olamaz. Burhan Kuzu ve Süheyl Batum politikacı sıfatıyla oradalar. Protestoya uğramaları
doğal. Hamama giren terleyecek. Ya Mülkiye'den aldıkları
Anayasa Hukuku bilgilerini, biri CHP'nin genel sekreteri, diğeri İktidar Partisi'nin
Anayasa Komisyonu Başkanı iki anayasa profesörünü dinleyerek geliştirmek isteyen o sessiz çoğunluk?
Birkaç kişi bağıra-çağıra ortalığı savaş yerine çevirirken bu sessiz çoğunluğun hakları ve özgürlüğü ne olacak? Bu sessiz çoğunluğun tamamının tek tek bireylerden oluştuğunu, yani örgütsüz olduklarını varsayın. O
saldırgan üç-beş kişiye
itiraz edecek cesareti tek tek nereden bulacaklar? 'Ben buraya konuşmacıları dinlemek için geldim, lütfen susar mısınız?' diye itiraz ettikleri zaman kantinde veya kütüphanede sıkıştırılmayacaklarını kim garanti edecek? Ne olacak? Onlar da örgütlenecekler. Karşıtlıklar güçlenecek. Sonra eski tüfekler 'önce onlar vurmuştu' muhabbetine devam edecek.
Gösterilere sahne olan Konferans Salonu, bizim talebeliğimizde ikinci sınıfların amfisiydi. 35 yıl önce, tam 1975'te o sıralarda ben oturuyordum. Baskıya, şiddete ve tehditlere maruz kaldım. Hemen yanımda kemikleri kırılana kadar dayak yiyenlerden biri bugün
Sayıştay üyesi olarak görev yapıyor. Yediği dayaktan komaya giren bir başkası,
Emniyet Genel Müdürlüğü görevinde bulundu. İkisi de o amfide sessiz sessiz oturuyordu. Çıkartacağımız sonuç: Demek bugünkü sessiz çoğunluğun hak ve özgürlüklerini koruyacak birikime sahibiz. 35 yıl önce o dayakları atanlar, bugünün protestocularının babaları, amcaları veya teyzeleriydi. Delilim sağlam: Noktası ve virgülüne kadar 35 yıl öncesinin laflarını tekrarlıyorlar. Bunu fark etmek kâfi; demek ki 35 yıl sonra bu ülkenin tepe noktasına gelenlerin kemiklerini kimse kıramayacak. Uyacağımız tek ölçü de şiddetin hiçbir türüne
prim vermemek olacak.
1989'dan sonra sosyalist ideolojinin dünya çapında çöküşü, faşizm ile komünizmi totaliter ideolojiler olarak birbirine daha fazla yaklaştırdı. Dünyayı kendisinden ibaret gören, farklı düşüncelere hayat hakkı tanıması bir kenara -SBF'de görüldüğü gibi- ifade edilmesine bile tahammül edemeyen otoriteryen kişilik yapılarının patolojik niteliği arttı. Faşizan nitelikli bu zorba eylemler siyasal taleplerin değil işte bu patolojinin tezahürü. Bu eylemlere
destek veren eski tüfeklerin nostaljileri de bir patoloji. Bu eylemcilere dalkavukluk ederek parsa toplamaya kalkanlara ise sözüm yok: Onlar kendilerini zaten biliyorlar.