Kim bu
cinnet rejimin uğruna olmadı ki feda...
Devletin, 2000 yılındaki “
Hayata Dönüş”
operasyonuyla, sorumluluğu altındaki onlarca insanı katlettiği,
sakat bıraktığı vahşetin fotoğraflarına bakıyorum. Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözlerini nasıl bir ruh haliyle dillendirdiğini daha iyi anlıyor insan.
Bu konuya salı günü girmeyi düşünüyordum ama araya, son günlerde “10. Yıl Marşı’nı bırak 100. yıl marşına bak” herzeleriyle yeniden pişirilmeye çalışılan neo-kemalizmin son
modernizasyon projesi girdi.
Aslı sözkonusu tartışmalar, ta kuruluşundan beri bize karşı örgütlenmiş devlet aygıtı karşısında aczimizin ağıtı olan bu yazıda okuyacağınız hikâyenin, spontane gelişen münferit bir vakanın ötesinde, sistemli bir
katliam projesi olduğunun daha iyi anlaşılmasını da sağlıyor.
Çünkü net bir biçime görüyoruz ki, o frankenştayn yaşıyor, savaşıyor! Hâlâ toplumsal mühendislik projelerinin peşinde, siyaseti de yeni imajı doğrultusunda birtakım suni ittifaklarla falan dizayn etme hevesinde.
Evet, yakın tarihiniz tarifi imkânsız acılarla dolu olunca, normal şartlar altında 5-10 demokrasinin anca sindireceği bizdeki bu devlet eliyle ilenmiş katliamlar silsilesi, kolektif bi
linçaltının çoraklaşmaya yüz tutmuş hafızasının kıvrımlarında önemsiz bir leke haline dönüşüyor.
Oysa ki çok değil, şunun şurasında henüz on yıl önce yaşanmış bir dram sözünü ettiğimiz. Ne var ki ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan 20 yaşındaki gençlerimizin,
Cumhuriyet tarihinin gördüğü en büyük zulmün son sekiz yılda yaşandığına dair martavallar eşliğinde dünün gerçeklerinden uzaklaştırıldığı bir ortamda, AKP öncesine denk gelen bu
baskı ve zulüm yılları, arkeologların Anadolu’da “kayıp çağ” dedikleri 400 yıl muamelesi görüyor.
Verilen
mesaj ve arzulanan tepki hep aynı sloganda billurlaşıyor:
“Sivil dikta geliyor, tehlikenin farkında mısınız?”
O büyük zulmün sürdüğü günlerde bu duruma
isyan eden vicdanımız Perihan Mağden gibi bir iki
kalemi linç etmeye soyunan, “Sahte oruç kanlı
iftar” manşetleri atan Doğan medya bugün kampuslardan öğrenci mağduriyetleri devşirmekle meşgul.
AKP fobisinin “yoldaşlığa”
terfi ettirdiği kalem erbabına inat, edebîlikten uzaklaşmak pahasına, hayaletleri değil gerçeği anlatmak boynumuzun borcudur.
O halde önce, bu katliamdan “ölmeden” kurtulan ve bugün 44 yaşında olan Hacer Arıkan’a
kulak verelim:
“Aynı zamanda içeriye silahlarla ateş ediliyordu. O anda koğuşun camlarını kırarak içeriye atılan bombaların bazılarını dışarıya fırlattık. Bu defa camlardan ateş bombaları fırlatmaya başladılar, yataklar tutuştu. Ateşi söndürdük. Tam koğuştan çıkıp alt kattaki yemekhaneye yöneliyorduk ki, koğuş tavanında açılan deliklerden bir tanesinden
hortum sarkıtıldı ve odaya bir sıvı yayıldı. O anda beynimden aşağı bir ısı hissetim, ancak alev almadığım için yandığımı anlamadım.”
Sizin de içiniz yanmıyor mu Hacer’in eriyen yüzüyle birlikte? Devam ediyor tanığımız:
“Kapıya giderken yumuşak bir şeye bastığımı hissettim. Daha sonra Gülser Tuzcu’nun cesedi olduğunu öğrendim. Şefinur ve Gülseren arkadaşlarımın halini gördüğümde şok geçirdim. Yüz derileri sarkmıştı; resmen damla damla eriyordu.”
Bildiğiniz üzere üzerinden on yıl geçtikten sonra Hayata Dönüş Katliamı’nın duruşması salı günü başladı. Katliam emrini veren komutanlar ve siyasiler değil, yalnızca zavallı 39 piyon yargılanıyor.
Telefonla görüştüğüm, katliama maruz kalanların avukatlığı üstlenen Ömer Kavili “Bu, devletin sistemli bir
imha operasyonuydu. Gölbaşı’dan özel bir birlik, Hava Kuvvetleri’ne ait uçaklarla operasyon noktalarına getirildi. Öldürülen
tutuklu ve hükümlülerin bedenlerinden çıkan mermilerin hangi silahlara ait olduğu belli olmasın diye, cesetlerdeki yara izleri kesici aletlerle deforme edildi. Bu durum bizzat Adlî Tıp Kurumu tarafından da tesbit edildi” diyor.
Elbette hukuk önünde hesabı sorulacak sorumlulardan, ben artık buna inanıyorum.
Ama merak ediyorum, Hacer’in yukarıdaki resmi, gece başlarını yastığa koyduklarında gözlerinin önünde belirmiyor mu hiç?