Bugün açıklanacak olan üniversiteye
yerleştirme sonuçları... Jandarmada sessiz sedasız
devir teslim töreni...
AK Parti’nin
iftar davetinden dışlanan
İsrail Büyükelçisi...
Tüm
Türkiye’nin beklediği ve özlediği
ateşkes tartışması...
Ve gittikçe artan bir hızla seviye kaybeden siyasi polemikler...
***
Hizmetin “yol, su”, polemiklerin de “
havuzlu villa” düzeyinde seyrettiği bu sıcak ve nemli ortamda
siyaset fazlaca itici görünüyor.
Hâlbuki...
Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın kimsenin dönüp bakmadığı ama benim şahsen yıllar boyu peşinde koştuğum bir müjdesine rastladım.
Şöyle diyordu:
“Dünyada en çok kullanılan 3 sağlık göstergesi vardır. Bunlar; ortalama
yaşam süresinin artması, anne ve bebek
ölümlerinin azalmasıdır...
Anne ölümleri 1998’de yapılmış son araştırma vardı. Bu araştırmada yüz binde 70 idi. Bugün anne ölümleri yüz binde 15-16’lara kadar geriledi.
Bebek ölümleri 1998’lerde binde 43 idi.
Bu sene
bebek ölümlerini binde 10’un altında bekliyoruz.
Bu da en gelişmiş ülkeleri yakalama noktasına geldiğimizi gösteriyor.”
***
Bu çok sevindiriciydi çünkü
Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz sekiz amaçtan oluşan “Türkiye Binyıl Kalkınma Hedefleri 2010” raporunu tanıtırken, daha iki yıl önceki durumu rakamlarla şöyle resmediyordu:
“Türkiye’de bebek ölüm hızı 2003 yılındaki binde 29 seviyesinden 2008 yılında binde 17’ye gerilemiş, yine aynı dönemlerde üç yaş altı ölüm hızı binde 37’den binde 23,9’a düşmüştür.
Anne ölüm oranları da 2005 yılında yüz binde 28,5 iken, 2008’de yüz binde 19,4’e gerilemiştir.”
Uluslararası örgütler de bu verileri doğrulamakta...
UNICEF rakamlarına göre 2004-2008 döneminde bebek ölüm oranı 1000 canlı doğumda 17’dir.
Bir önceki dönemde ise bu sayı 29 idi.
Neonatal ölümler, yani yeni doğanlar bebeklerde ölüm oran 1000 canlı doğumda 13’tür.
***
Türkiye, “bebek ölüm oranlarında” çok başarılı bir süreç yaşıyor ama keşke ana muhalefet de
Avrupa Birliği’nde bebek ölüm oranının binde 4 ila 5 arasında değiştiğini hatırlatarak başarıya katkı sağlasa...
Böylece çok gerçek bir
gündem tartışılıyor olabilirdi...
Türkiye çok yakıcı ama umut veren bir temel konusunu görmüyor...
Hatta pespaye “havuzlu villa” tartışmasının çeyreği kadar bile görmüyor...
***
Peki, dünyanın gittiği
hedef üzerinden bizdeki mevcuda bakıyor mu?
Küresel marka stratejileri ve finansal danışmanlık şirketi Millward Brown’nun her yıl yayımladığı Brandz listesi, piyasa değeri açısından dünyanın en büyük markalarını sıraladı.
Larry Page ve Sergey Brin’in 1998 yılında Stanford Üniversitesi’nde doktora yaparken kurdukları
Google+' class='textetiket' title='Google haberleri'>Google, aradan geçen 12 yıllık sürede baş döndürücü bir hızla büyüyerek 114 milyar dolarlık marka değeri ile dünyanın değerli markası...
İkinci kim?
Google’ı 86 milyar dolarla IBM, 83 milyar dolarla
Apple, 76 milyar dolarla
Microsoft ve 68 milyar dolarla
Coca-Cola izledi.
Kısacası Brandz listesinin ilk sıralarını teknoloji şirketleri almış...
Çünkü “
Sanayi Dönemi” geride kalıyor...
Peki, bizim “en büyük beş yüz firmamız”da “teknoloji şirketlerimiz” nerede?
Ve, dünya sıralamasında “Sanayi Sonrası Toplumu”na uygun kaç teknoloji şirketimiz var?
Nihayetinde bu sorularda toplumun zenginleşmesi, katma değer üretmesi, yoksulluğu, işsizliği ve mesleksizliği aşmak için en önemli sorular...
Siyasette bu da yok...
Doğrusu, düzeyi “havuzlu villa” olan bir zihinsel algının zaten Google’u algılaması ve bunun üzerinden bir Türkiye vizyonu ortaya koyması da pek olanaklı gözükmüyor...
***
Siyasetin gündeminde...
Başarılı bir seyir izleyen ama AB ortalamalarına göre hala çok yüksek olan bebek ölümleri de yok...
Dünyanın en önde koşan marka değeri yüksek şirketleri arasında esamemizin okunmaması da...
İçerisi de yok, dışarısı da...
Ne var?
Ankara düzeyinde itiş kakış var...
Bozkırın yolsuzluk konusunda bile en ileri ufku “havuzlu villa”...
Boş yere söylemiyorum ülkenin en çok “tahıl üreten” kentinden
Başkent olmaz diye.