Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en garip olaylarından biri daha yaşandı. Türk Silahlı
Kuvvetlerini temsil eden
Genelkurmay Başkanı ve dört kuvvet komutanı, Cumhurbaşkanı Gül’ün
Cumhuriyet Bayramı davetini gitmeyerek başkomutanlarını adeta tanımadıkları
mesajını verdiler.
Bu çok garip ve çok önemsenecek bir olaydır.
Dışardan bakıldığında, kolay kolay hoşgörü veya anlayışla karşılanamayacak, kabul edilemeyecek bir davranıştır.
Askerin başkomutanına bir nevi başkaldırısı gibi yorumlanabilir.
Bu yaklaşım “seni tanımıyorum” demektir.
Süleyman Demirel’in,
Sabah yazarı
Yavuz Donat’a dediği gibi, “Türkiye’de iki ayrı devlet yoktur”.
Türkiye’de tek bir devlet vardır.
Türkiye’de tek bir Cumhuriyet vardır.
Türkiye’de oylarımızla seçilmiş, yaklaşımını beğenirsiniz veya beğenmezsiniz,
giyim tarzından hoşlanır veya hoşlanmazsınız ancak meşru bir tek Cumhurbaşkanı vardır.
Asker de, bu devletin ve başkomutanının emrinde çalışmak, verilen görevleri yerine getirmek için vardır.
TSK’nın bu tutumu ülkeyi, “Onların Türkiye’si” ve “Bizim Türkiye’miz” diye ikiye ayırmak anlamına gelir ki, buna özellikle Askerin hiç hakkı yoktur. Bu, son derece tehlikeli bir gidişin sinyalidir. Ülkenin bölünmez bütünlüğün üzerinde titrediğini söyleyen TSK’nın attığı adım, herkesi şaşırtmış ve laik kesimin önemli bir bölümünü dahi ayağa kaldırmıştır.
Genelkurmay Başkanlığı, 27
Nisan 2007 muhtırasından sonra, tarihi bir hataya daha
imza atmıştır. Türbanlı eşinin elini sıkmamak için, Cumhurbaşkanının Cumhuriyet bayramı davetini reddetmekle, komutanlar kendilerini son derece haksız bir duruma düşürmüşlerdir.
Bu yaklaşımları ile verdikleri mesaj, meşru bir Cumhurbaşkanını tanımamanın ötesinde, son derece ciddi yeni bir süreci başlatmaktır.
Bu şekilde, önümüzdeki dönemde, AK parti iktidarının
türban yaklaşımına karşı direneceğinin de mesajı verilmiştir.
Oysa türban konusunda tavır almak TSK’nın değil bizlerin görevidir. Bizler beğenmediğimiz politikaları AKP’nin önünde dik durarak, mücadele ederek engelleriz. Bu işler artık top tüfekle yapılmaz.
Üstelik TSK’nın direnebilmek için elinde etkili bir
yaptırım gücü olmamasına rağmen, AK parti iktidarı ile başından beri sürdürdüğü mücadeleyi çoktan kaybettiklerinin farkında değillermiş gibi davranmaktadırlar.
DAVET BİR AY ÖNCE BİLDİRİLMİŞ
Bir ara kuşkulandım.
Acaba Köşk’teki davet sayısının ikiden bire indirildiği, Genelkurmay Başkanlığına geç mi haber verilmişti?
Genelkurmaya,
Çankaya bir ay önce, tek davet olacağını bildirmiş. Yani askerlere oldu bitti gibi bir durum yaratılmamış.
Kılıçdaroğlu’nun bile “Askerin davete gitmesi gerekir” dediği, hemen herkesin kısa da olsa geleceklerini beklediği komutanlar neden Köşk’e sırtlarını döndüler.
Böylesine şaşırtıcı ve riskli bir tutumu göze almaları için herhalde önemli bir gerekçeleri olması gerekir.
Acaba
genç teğmenler huzursuz da, onları yatıştırmak için mi böyle hareket ettiler?
Yoksa,
Ergenekon-
Balyoz-günlükler-
casusluk davalarına bir tepki mi?
Veya,
CHP’nin de esnekleştirdiği türban konusunda son bir direniş mi?
Genelkurmay Başkanlığı, böylesine gereksiz bir gösteriye kalkışacağına, tam aksine hareket edebilirdi.
Kendi resepsiyonlarını iptal etmezler, önce Köşk’e çıkıp -şeklen dahi olsa- yarım saat kalarak ayrılabilirlerdi. Böylece hem
Cumhurbaşkanlığı makamını rencide etmemiş, hem de kırgınlıklarını göstermiş olurlardı.
Ne yazık ki, kazanamayacaklarını bildikleri bir mücadeleyi sürdürmeyi
tercih ettiler.
KRİZ HAVASI DAHİ OLUŞMADI!
Cuma gecesi, bir nokta daha dikkatimi çekti. Askerin bu tutumu, ülkede
kriz havası dahi oluşturmadı. Gayet tabii gerilim çıktı, konu tartışıldı, ancak kriz değil.
Eskiden olsa, tv’ler yayınlarını keser, gazeteler ikinci
baskı yapar ve “Asker’den sert uyarı” manşetleri atılır, önemli köşe yazarları Asker’i haklı bulan,
siyasetçinin ayağını denk alması gerektiği dersini veren yazılar yazarlardı. Dünkü gazeteleri mutlaka görmüşsünüzdür. Olay var, bundan sonra itişme sürecek, ancak o kadar.
Aynı durum Çankaya resepsiyonunda da yaşandı.
Eskiden hava elektriklenir, gerilim kendini hissettirir ve kriz bulutları görünürdü.
Cuma gecesi ise
Başbakan ve Cumhurbaşkanı “Ayıp ettiler” anlamına gelecek birkaç cümlenin ötesine gitmediler. Adeta önemsemediler veya önemsememiş gibi davrandılar.
Bu tutum, yaşananların ciddiyetini tabii ki azaltmadı, ancak dışarıya “Askerin tepkisinin artık o kadar da etkili olmadığı” izlenimini verdi.
KILIÇDAROĞLU VEYA EMİNE HANIM BOYKOT EDEBİLİR, ANCAK ASKER…
Askerden başka Köşk’teki resepsiyonu boykot eden iki kişi daha vardı. Biri, CHP lideri Kılıçdaroğlu, diğeri
Emine Erdoğan.
Kılıçdaroğlu’nun parti içi nedenlerle katılmadığı biliniyor. Ona karşı CHP -gühahsavar gibi dahi olsa- birkaç milletvekili ile temsil edildi. Yani
katılım “ana muhalefet partisinin boykotu” olmaktan çıkarıldı. Ayrıca bir parti siyasi nedenlerle Köşk’ü boykot da edebilir. Geçmişte bu tip olaylar çok görüldü. Siyaset böyledir.
Boykot ederler sonra yine anlaşıp kucaklaşıp, hiçbir şey olmamış gibi davranabilirler.
Emine Erdoğan’ın neden katılmadığı ise, hem bizi ilgilendirmiyor, hem de bilinmiyor. Bilinen, Bayan Erdoğan’ın Gül ailesi Köşk’e çıktığından bugüne kadar hiçbir resmi davete gitmediğidir. Bu kişisel bir boykot mu, yoksa ard arda gelen talihsiz bir rastlantılar zinciri mi belli bilinmiyor. Üstelik, o kadar da önemli değil.
TSK’nın konumu ve tutumu ise tümüyle bambaşka. Ülkenin en prestijli ve güçlü kurumunun, Cumhurbaşkanı’nın verdiği ve 87 yıldır Genelkurmay Başkanları ve Kuvvet Komutanlarının katıldığı bir 29
Ekim kutlamasını reddetmesinin, derin artçı depremleri olacağı apaçık ortada.
TSK, sık sık “bizi siyasete bulaştırmayın” uyarısında bulunmasına rağmen, bugün tutumlarıyla bizzat kendilerini siyaset batağına sokmuş oldular.
Ne yazık ki, hem belirli bir kamuoyundaki prestijlerini zedelediler, hem de türban savaşında ağır bir yara aldılar.