PKK uzun bir süreden beri "Demokratik
Özerklik"
tartışmasını gündemde tutuyor.
Şimdi geldiğimiz noktada
Demokratik Toplum Kongresi'ne sunulan bir taslakla tartışma birden alevlendi.
Zamanlaması, kullanılan dilin sertliği, hatta dışlayıcılığı "dayatmacı" görüldüğü için sert tepkilere yol açtı.
Oysa
demokratikleşme açısından ilerleme kaydeden bir
Türkiye'nin, kangrene dönüşen
Kürt meselesini çözebilmek için özerklik dahil her şeyi makul ölçüler içinde tartışmaya ihtiyacı var.
Peki, niye tartışamıyoruz?
Zor bir süreçten geçiyoruz.
Hükümet ve
AK Parti demokratik adımlar atarken, Ergenekonvari güçlerle, TSK içindeki
darbeci yapılarla uğraşıyor.
Dahası
CHP ve MHP gibi bu konulara tepki gösteren ve
siyaset üretmeyen iki muhalefet partisiyle karşı karşıya... Tabii bu arada "Yeni CHP"nin eskisiyle kıyaslanmayacak yeni bir siyaset diliyle geldiğini de görmek gerekiyor.
Ayrıca cumhuriyet modelinin yarattığı "eşitlikçi"
toplum, son 8 yılda, siyasi partilerin de katkısıyla "ötekileştirilen" kesimlerin özgürlükleriyle ilgili çok "ırkçı ve milliyetçi" bir tutum aldı.
Birkaç gün önce Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu'nun Sabah'ta ilginç bir yazısı vardı. Bugünlerde herkesin bu yazıyı okumasında yarar var.
Hanioğlu, "ABD nasıl olup da uzun süre ırk ayrımının en acımasız biçimde uygulandığı bir toplum olabildi?" sorusundan yola çıkıp şöyle diyordu: "
Kürtler ve başörtülüler ötekileştirildikten sonra istisnâ haline getirilmişler ve onlara yapılanların eşitliği 'bozmaması' için ırkçı söyleme dört elle sarılınmıştır. Kürtlerin 'gerçekte bir lisanlarının olmadığı' ya da 'başörtülülerin yeteri kadar güneş ışığı almadıkları için hastalıklı' oldukları söylemleri ayrımcılığı meşrulaştırma çabasının ürünüdür."
Silah susuyor, siyaset konuşuyor
Demokratik Toplum Kongresi, içinde sert
önerilerin de bulunduğu tasarıyı böyle bir toplumsal zeminde gündeme getirdi. Elbette bu zemine rağmen siyaset öneri getirir. Ancak "sert ve dışlayan" siyaset diliyle değil.
Bu noktada Kürt siyaset cephesine de bakmak gerekiyor. Aslında o cephede de derin bir sancı yaşanıyor. Silahlı dönem bitip, siyaset dönemi başlıyor.
Elde
silah 26 yıldır dağda yaşayan insanlara, şimdi "
demokrasi içinde siyaset yapacağız" deniliyor.
Gerilim yaratan, yüksek düzeyde siyaset önerilerinin altında biraz da bu yatıyor.
İşleri kolay değil ama yine de Kürt siyaseti "daha temkinli ve daha kucaklayıcı" bir dil kullanmalı.
Türkiye'nin diğer siyasi partileri de PKK'nın dayatmasına gerek kalmadan artık Kürt meselesini masaya yatırmalı ve Türkiye toplumuna makul bir çözüm önerisi sunmalı.
Uzun süreden beri "Yerel
yönetimlerin güçlendirilmesi" meselesi Türkiye'nin gündeminde...
Daha önce de yazdım, zamanında Türkiye'nin bazı maddelerine şerh koyduğu
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı tartışılsaydı PKK bu kadar siyasi gündemi belirleyemez, gerilim de bu noktaya ulaşmazdı.
Çünkü
yerel yönetimlerin güçlendirilmesi er veya geç Türkiye'nin başvuracağı bir yöntem. Öyle korkulacak bir şey de değil. Bugün olduğu gibi cumhuriyet döneminde de tartışıldı. Dahası bu coğrafyanın geçmişinde "muhtariyet" diye uygulanan bir idari biçim.
Oxford Üniversitesi'nden Eugene L. Rogan ile Alişan Akpınar'ın birlikte yazdıkları "Aşiret, Mektep, Devlet" isimli kitapta,
Yavuz Sultan Selim'in Kürtlere verdiği güvence şöyle anlatılıyor:
"Selim, bölgenin özerkliği konusunda söz vermiş ve gerçekten de 19. yüzyıla kadar bölgede Kürt Hükümetleri ve emirlikler varlıklarını sürdürmüşlerdir."
İlber Ortaylı ise Tanzimat'tan
Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği isimli kitabında şu tespiti yapıyor: "Bu bölgelere Kürt Hükümeti denirdi."
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesini bir tehdide dönüştürmek de, korkuya dönüştürmek de doğru değil.
Bugün ulaştığımız demokratikleşme düzeyini küçümsemeden, kıymetini bilerek yarına bakmalıyız.
Çok değil 10 yıl sonra bu tartışmaların ne kadar anlamsız olduğunu göreceğiz.