Para baronlarının, yatırım bankaları ile
kredi derecelendirme kuruluşları üzerinden dünyayı çalkalamasına sahne olan 'Kara Pazartesi'ne teslim olmadan sütunumu Afrikalı
siyah çocuğun kaderine ayırdım.
'Yardım kuruluşlarının çağrısına ses verin, yoksa çocuğunuzun gözlerinin içine doya doya bakamazsınız, siyah çocuğun feryatları gelip sizi uykunuzda bulur' çağrısı yaptım.
Derken tarihin örsü altında yüzlerce kez dövülmüş, acıları katık yapmış destansı milletimiz bir kez daha
marka değerini ortaya koydu. Kendi acılarını unutup, dinine, diline, ırkına bakmadan çok uzaklardaki çaresizleri
iftar sofralarına ortak etti. Dünya lideri olan Başbakan'ımız da ailecek Kara Kıta'nın kaderini paylaşmak, umutsuz insanlara moral ve maddî
destek sunmak üzere olay mahalline gidiyor. Ne güzel,
toplumunun
aynası olan, onunla gülen, onunla ağlayan bir liderimiz var. Başkaları gibi
Birleşmiş Milletler'e (BM) 'teessüf telgrafı' çekerek yerinde kalanlardan olmadı!
Öte yandan toplumun kök değerlerine
Fransız kalanlar oturup kalkıp hayırhah insanımızın paylaşma duyarlılığını, 'dilenci ekonomisi', 'sadaka ekonomisi' diye dalgaya almaya devam ettiler. Ancak yüreklerinin üzerine çöken materyalist bencillikleri bir alt katta, yan binada
yoksulluğun pençesinde ezilen garibana bir öğün yemek vermeye, yoksul bir talebeye bir sene burs vermeye izin vermiyor.
Lafla
peynir gemisi yürümüyor. Lisede Marksist bir hocamız 'Mevsim başı pahalı zerzevatı şeffaf poşete koyarak mahalledeki gariban insanların önünden asla geçmedim.' demişti. Ben de; 'İşte ben o gariban insanların açtığı yurtta kalıyorum. Anlaşılan sizin garibanlar için bütün merhametiniz yediklerinizi saklamaktan ibaret.' demiştim. Bir öğrencim anlatıyor: "Kız arkadaşımla onun lüks cip arabasında Bebek'ten geçiyoruz.
Ramazan ve ağustos sıcağı. Belediye işçileri belden üstü çıplak yol kazıyorlar. Çok acıdım. 'Belki içlerinde oruçlu olan bile vardır, yazık bu insanlara.' demiş oldum. Kız arkadaşım öfkeyle 'Geç bunları, herkes kendi kaderini yaşar, onlar da bunu hak ediyorlar.' deyince, arabayı durdurup, kapıyı kapatıp uzaklaştım." Bir de lütfen çulsuz
Anadolu insanının destansı bölüşme hikâyesiyle neslini tutup küllerinden ayağa kaldırışına bakınız. İşte böyle hesapsız-kitapsız gönülden verenleri karşılarında görünce,
haram sofraların şişman kedileri günahlarını yüzüne çarpacak diye aynaları kırıyorlar.
Neymiş efendim, bu sorunlar çağdaş bir düzende bireysel merhametlerle değil, sosyal devletle çözülürmüş. Bunlar sanki birbirinin alternatifi imiş gibi. Hantal-bürokratik devlet, hızla ve isabetle koskocaman ülkenin bütün tenha köşelerine ulaşacakmış, muhtacı tespit edip imdadına koşacakmış. Bu beyler de gariban iniltisi dinleyerek
beyin konforunun bozulmasından kurtulacakmış. Olmazsa da vebali taa uzaklardaki merkezî hükümete atıp yalısında 'sosyal devlet' geyikleri yapacakmış. Senin yanı başında duyamadığın iniltiyi kimler, nasıl duysun! Devasa su tankına rağmen,
yangında itfaiye dar sokağa giremediğinde, komşu balkondan atılacak bir tencere suyu beklersin, değil mi? Komşunun yüreği yanarken 'bana ne itfaiye yapsın' dersen, yangın senin evine de sıçrar! Nitekim 'bana n
e devlet yapsın' bencilliğine dayanan, yani toplumun içinde yer almadığı bürokratik mekanizma Avrupa'yı bitişin eşiğine getirdi.
En medeni insan ile en barbar insan arasındaki fark sadece 52 saatmiş. 52 saat aç kalan herkes barbarlıkta eşitlenir. Medenilik ve millet olma vasıfları varlıkta değil, yoklukta ortaya çıkar. Zira toplumları daim kılan çıkar birliği değil, kader birliğidir. Önümüzdeki dönemde sömürgeye dayalı
refah alanlarının çöktüğü, dokusu sağlam kalan bizim gibi toplumların ise bu yüzden ayakta kaldığına şahit olacağız. Bu zor
ekonomik şartlarda Anadolu insanının evine dönerken sahipsiz çocukların başını okşama iradesinin önünde bir kez daha minnetle eğiliyor, hayırla yâd ediyorum.