Tayyip Erdoğan’ın Washington’da gösterdiği tavır herhalde en çok Vanunu’yu sevindirmiştir.
Mordehay Vanunu Fas asıllı bir
İsrail vatandaşıydı. Ülkesinin Filistinlilere yönelik poltikalarından hoşlanmayan ve barış yanlısı gruplar içinde yer alan Vanunu teknisyen olarak çalıştığı nükleer tesislerin fotoğraflarını bir
İngiliz gazetesine vermiş ve İsrail’in nükleer
silahlara sahip olduğunu dünya kamuoyu ilk defa bu sayede öğrenmişti. Sene 1986.
Hikâyenin bundan sonrası epeyce trajik. Hem Vanunu’nun şahsı adına hem de bütün dünya ve insanlık âlemi adına: Vanunu MOSSAD ajanlarınca kaçırılarak İsrail’e götürüldü. Vatana
ihanet suçlamasıyla yargılanıp 18 yıl
hapis cezası aldı. Bu sürenin 11 yılını hücrede geçirdi. Akli melekelerini kaybettiği açıklandı.
Ama İsrailli barış aktivistinin kişisel olarak maruz kaldığı insanlık dışı muamelelerden daha ağırı vardı: Yaptığı işin boşa gitmiş olması. İsrail’in nükleer silah ürettiğini kanıtlamıştı ama bunun uluslararası zeminde ciddi bir yankısı olmamıştı.
Vanunu’nun açıklamalarından bugüne kadar geçen 24 yıl boyunca İsrail’in nükleer silahları konusunda hiçbir uluslararası girişim gerçekleşmedi. Yani bugün
İran için yapılanların binde biri bile yapılmadı.
Bu 24 yıllık süre içinde yapılması beklenen hiç bir şey yapılmadığı gibi, yapılmaması ge
rekenler yapılmaya devam etti. Mesela, Vanunu tarafından İsrail’in nükleer programının arkasındaki isim olduğu açıklanan şimdiki Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e
Nobel Barış Ödülü bile verildi! (
Hani şu bizim başbakanın Davos’ta “siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye azarladığı adama.)
***
Nereden baksanız, Vanunu’nun çabaları boşa çıkmış gibi görünüyordu. İsrail’in
batı dünyası nezdinde elinde tuttuğu “
dokunulmazlık” imtiyazı dünyanın geri kalanı için insanlığın geleceği adına ümitsizlik kaynağı durumundaydı.
Beklenen an nihayet 24 yıl sonra geldi. Washington’daki
Nükleer Güvenlik Zirvesi’nin en önemli sonucu İsrail’in ilk defa “nükleer tehdit”ler bağlamında adının anılması oldu. İsrail’in
Ortadoğu bölgesi ve dünya için bir nükleer tehdit unsuru olarak zirvenin ajandasına hiç değilse fiilen dâhil edilmiş olması öyle az buz bir iş değildi.
Bu da büyük ölçüde
Türkiye’nin ve Türk başbakanının ısrarları neticesinde
gerçekleşti.
Başbakan Erdoğan İran’a yönelik yaptırımlara Türkiye’nin de katılması veya
destek vermesi taleplerine başından beri aynı cevabı verdi:
Nükleer faaliyetlerini “silah değil enerji amaçlı” diye
tarif eden İran zaten tesislerini uluslararası denetime açtı. Uluslararası (daha doğrusu batı) kamuoyu yine ikna olmadı. Daha ileri bir denetim isteniyorsa Türkiye olarak biz arabuluculuğa da varız. Sorunun savaşla değil diplomatik
diyalog yoluyla çözümlenmesi için imkânlar tüketilmiş değil. Buna mukabil bölgemizde bir başka ülkenin elinde nükleer silah olduğu bilindiği halde ona karşı sessiz kalınmasını anlamıyoruz...
***
Zirveden önce bazıları “Erdoğan ABD’ye gidince başka şeyler konuşur, karşı tarafı alttan almak zorunda kalır” şeklinde bir beklenti içindeydiler. Öyle olmadı. Erdoğan hem
Ermeni meselesine ilişkin hem de İran konusunda epeydir söylemekte olduğu şeyleri ABD’nin başkentinde de tekrarladı.
Washington’daki İsrail lobisinin Türkiye’nin bu politikasından geri adım atması karşılığında masaya Ermeni meselesini koymaya kalkışması da kâr etmedi.
Türkiye küresel aktörlerin gündemine müdahale edebilecek güçte bir aktör olarak “yeniden” sahnede olduğunu gösterdi.