On yıl önceki
Marmara Depremi'nde, fay hattı üzerinde olduğumuz bilindiği halde, binalarımız neden yıkılmış, binlerce insan neden ölmüştü? Yapılan çalışmalar, en önemli sebeplerden birinin
çürük/bozuk zemin olduğunu ortaya koydu.
Siyaset ve sosyal zeminlerimiz de çürük ve sağlıksız. 12
Eylül Anayasası bir
darbe anayasası; devlet ve
toplum hayatımız için çürük bir zemin, fakat
sistemi onun üzerinde tutmaya devam ediyoruz. Açılım diyorsunuz,
demokratikleşme diyorsunuz ama sistem kilitli. Pratik de bir kilidi var.
Parlamento ne yönde değişiklik yaparsa yapsın,
CHP otomatiğe bağlıymış gibi Anayasa Mahkemesi'ne gidiyor ve istediği doğrultuda bir karar çıkıyor. Tesadüf diyebilirsiniz, resmî ideolojinin senkronize olma hali diyebilirsiniz, fakat fotoğraf böyle... Gerçek ise şu; sistemin anayasal bütün kurumlarında bir iç kanama var.
Zemin neden çürük? Çünkü temel yanlış hâlâ devam ediyor. Yönetici elit azınlığın zihniyeti ve paradigması, toplumun değerleri üzerine oturmuyor. Doğru ve sağlam zemin, bizi biz yapan değerlerdir. Cumhurun yönetimi, cumhurun değerleri üzerine oturmuyorsa, hatta onları küçümsüyor, aşağılıyorsa bunda tabii ki bir terslik var. Ve terslik çok insafsızca, acımasızca, otoriteyle, dayatmayla sürmüş, sürdürülmeye çalışılıyor.
Askerlikte çok güzel bir söz var: "Karargâhta yapılan hata, bütün cephelerde ortaya çıkar."
Türkiye'deki temel hata, karargâh hatasıdır.
Millete, millî iradeye yaslanmayan sistem, çıkış yolu olarak resmî ideolojiye sarılmıştır. Millet esas alınmayınca, hormonlu sisteme uygun yeni bir millet inşasına gidilmiştir. Suyu tersine akıtmaya çalışmak gibi bir şey. Gerçeklemesi asla mümkün değil. Ve gerçekleşmemiş. Gerçekleşemez. Ezanın Türkçeye çevrilmesi, imam-hatiplerle oynanması, Kur'an öğretiminin 15 yaş üzerine taşınması hep bir zorlamadır... Laikliği, kendi insanımıza ve değerlerimize karşı bir dayatma, bir
silah olarak kullanmakta ısrar edilmesi
evet, karargâh hatasıdır. Hepsi zorlamadır, hepsi milletin değerlerinden korkmadır.
İşte sırf bu sebepten, bu elit
yönetici sınıf, "ilericiyiz" dediği halde, ömürleri boyu en büyük gericiliği yapmıştır. Tek bir örnek vereyim. Avrupalılaşmak, Batılılaşmak bunların ilericiliğinin en büyük
hedefiydi. Çünkü resmî ideolojiyle yeni bir toplum inşa ederken, kendilerince cazibedar bir hedef bulmuşlardı. Bizi özümüzden, böyle bir manivela ile uzaklaştıracaklarını düşünüyorlardı. Ama yıllar ilerledikçe Batı, evrensel insanî değerlere, özellikle İkinci Cihan Harbi'nin yıkımından sonra hızla yöneldi. Hukukun üstünlüğü, şeffaflık, layüsel olanların da
hesap vermesi, Batılılaşmanın çıtasını yükseltti. Bizim "ilericiler"in hesabı, fiyakası bozuldu. Onun için şimdi AB üyeliğimiz önündeki en büyük engel onlardır.
Bir de AB zemininde din ve vicdan özgürlüğü var. Türkiye üye olursa, kendi varlıklarının biteceğini, bütün mevzilerini, rantlarını, konumlarını kaybedeceklerini düşünüyor ve
panikatak sergiliyorlar...
Mesela
Başbakan Erdoğan'ın isim isim sayıp yaptığı kucaklama, onların "ilerici" kimliklerinden beklenir değil mi? Ama onlar suspus... Mesela Sayın Cumhurbaşkanı'nın yaptığı konuşma, "onların ilericiliğinden" beklenir değil mi? Ama onlar, Sayın Gül'ü ayrımcılıkla suçluyorlar...
Ergenekon davası, tam da böylesi bir tezadı sergilediği için, giderek aydınlatıcı bir işlev görüyor. Bir zihniyet düşünün. Arka planda, sahnenin arkasında çürük ve karanlık zeminlerde iş tutuyor. Bu kirli, kanlı, hukuk dışı, acımasız işler belli vasıtalar, araçlar, adamlar tarafından ön tarafa,
gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına; insancıl, milliyetçi, vatansever sahne gösterileri ile aktarılıyor. Tam o sırada sahnenin arkasına da ışık tutuluyor ve bizim gözlerimiz, artık kapanmamak üzere fal taşı gibi açılıyor. Çürük zeminde durmama iradesi ve kararlılığı ile sağlam zeminlere yöneliyoruz...