Geçen cuma günü
Albay Dursun Çiçek'in,
Beşiktaş Adliyesi önünde turlayarak, adeta "ben buradayım, beni görün, konuşun benimle" diye ortaya çıkması, acaba neyin habercisi?
Üstelik bu boy gösterme,
Başbakan Erdoğan'ın, Adalet ve İçişleri bakanları ile
Genelkurmay'a giderek yaptığı görüşmenin ardından gelince, daha da mı anlamlı? Cevaplamadan önce kısa bir hatırlatma yapayım.
Türkiye,
Cumhuriyet tarihinde ilk defa, topyekûn bir
demokratikleşme hamlesi içine girdi.
Ergenekon davası da bu hamlenin sembolü haline geldi. Bu dava, geri dönülmez bir yolculuğu mu anlatıyor, yoksa daha önce yaşadıklarımızı hatırlayıp yine endişelenmeli miyiz? Acaba, Susurluk'ta, Doğan Öz, Uğur
Mumcu,
Abdi İpekçi ve diğer toplumu sarsan cinayetlerde gördüğümüz gibi karanlık bir el, son kertede durumu yine
kontrol altına mı alacak?
Bunu yapmanın tek bir yolu var; siyasî iradenin zaafa uğraması. Yani
AK Parti iktidarının, iyi niyetli görünen telkinlere inanıp "artık bu işi biraz soğutalım" deyip geri çekilmesi.
Ahmet Altan,
Ankara havalarına bakıp böyle bir endişeyi geçen hafta Taraf'taki köşesinde dile getirdi. "Hükümetin içindeki bir kanadın 'Ergenekon
soruşturmasını yavaşlatmaktan ve orduyla daha sıkı ilişkiler kurmaktan' yana olduğu, hatta bu yaklaşımı Cumhurbaşkanı'nın da desteklediği söyleniyor." dedi. Ve Başbakan Erdoğan'a seslendi: "Unutmasın ki Ergenekon'u soruşturmak, ordunun içindeki 'tuhaf' yapıyı ortaya çıkarmak, sadece Türkiye'yi değil, kendisinin ve arkadaşlarının hayatını da kurtaracak..."
Fehmi Koru, bu değerlendirmeyi, "fısıltı yaygarası" diye niteleyip suçu, hükümete yakın olduğunu zanneden "çevreler"in üstüne attı. Ve o çevrelere, "Yaşananları büyütüyorlar, belden aşağı vuruyorlar, durumlarını yeniden gözden geçirseler iyi olur." diye tavsiyede bulundu. Sayın Koru'nun, kimseyi zan altında bırakmamak ve insanları günaha sokmamak için o çevreleri açıklamasında elbette fayda var.
Şahsen benim, Sayın Cumhurbaş-kanı'nın ve Sayın Başbakan'ın, Türkiye'nin demokratikleşmesi v
e devlet içindeki hukuk dışı yapıların ayıklanması konusundaki samimiyetlerinden ve kararlılıklarından hiç şüphem yok. Ancak,
demokrasi karşıtı çevrelerin ve güçlerin, direndiklerini ve direneceklerini adım gibi biliyorum.
Mesela Dursun Çiçek olayında, üç gün önce benim kafamı karıştıran iki gelişme oldu. Birincisi, Genelkurmay Adlî Müşavirliği, Dursun Çiçek'in kaldırımda yürürken televizyon muhabirlerine yaptığı konuşma ile ilgili soruşturma açtı. İkincisi,
Adli Tıp Kurumu, "Dursun Çiçek'in ıslak
imzası" dediği halde,
tartışma bitmemişti. Yakınlarda, Emniyet Kriminal Laboratuvarı da imza için "Çiçek'in el ürünü" demiş. Şimdi de Genelkurmay
Askerî Savcılığı, "belgenin gerçekliğinden kuşku duyulmazsa, Dursun Çiçek hakkında, görevi kötüye kullanmaktan dava açılacak" diyor.
Sabah gazetesinin önceki gün manşetten verdiği haber yalanlanmadı.
Görevi kötüye kullanmak suçlaması, hem iyi hem de kötü bir haber. İyi haber, Dursun Çiçek üzerindeki koruma kalkanı nihayet kalkıyor. Kötü haber, acaba bu, kazayı az hasarla atlatma manevrası mı? Albay Çiçek, kaldırımda talimatla mı yürüdü? Eğer, strateji; asker içindeki cuntacıları
tasfiye etme yerine, isimleri deşifre olanları bünyeden atarak sahili selamete çıkma çabası ise işte bu tehlikelidir.
Türkiye'nin demokratikleşmesini isteyenler, meselenin ilke ve hukuk bazında çözülmesini istiyor. Bunun için de demokratik ülkelerde olduğu gibi, Silahlı Kuvvetler,
Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmalıdır. Eğer hâlâ, "bizde durum farklı" deniyorsa, o zaman bu konu, Türkiye'nin
AB üyeliği için sona bırakılabilir. Ama bir şartla,
Genelkurmay Başkanlığı bu konuda taahhütte bulunmalıdır...
Değilse, insanların samimiyetinin; şimdiye kadar hiç geri çekilmemiş profesyoneller karşısında, zerre kadar kıymet-i harbiyesi olmaz. Menderes'i, Demirel'i, Özal'ı kandıranlar yine kazanırlar.
Soğutmak, yavaşlatmak ve gevşemek, sonun başlangıcıdır...