Zamanı durdurmak olanaksız!


ESSEN’de, geçen cumartesi akşamı Türk-Alman Ruhr Kitap Fuarı. Renkli ve de ilgili bir topluluk önünde konuşuyorum. Türkler, Kürtler, başörtülüler, Aleviler, solcular, sıkı laikçiler... Moderatörlüğümü, siyaset bilimi doktorasını daha yeni almış, üçüncü kuşak Alamancı bir Türk genci Burak Çopur yapıyor. Konu, benim son kitap: Türkiye’nin Asker Sorunu! Tabii aklıma bir gece önce Çankaya Köşkü’nde verilen 29 Ekim resepsiyonu takılıyor. Bir ucundan değinmek istiyorum, tepkileri merak ettiğim için. Ama şu da bir gerçek: Ben biraz eleştirel, biraz alaylı bir dille değinmesem, resepsiyon konusu kimselerin umurunda olmayacak. Boykotu yadırgadığımı söylüyorum. Tarihin sayfalarına ancak bir dipnot olarak geçebilecek böyle bir boykotla ‘büyük paşalar’ın kendilerini gülünç duruma düşürdüklerini ekliyorum. Bu arada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun boykotçu tutumu da eleştirilerimden payını alıyor. Böyle giderse CHP’nin de zaman tünelinde kalabileceğine işaret ediyorum. Başörtülü genç bir kız soruyor: “Ordu sorunu nereye gidiyor?” Askerin siyaset sahnesinde artık eski ağırlığının kalmadığını, fakat boykotun da gösterdiği gibi ‘vesayetçi zihniyet’in hâlâ devam ettiğini belirtiyorum. Bu açıdan, Türkiye’nin bazı kurumsal değişikliklere ihtiyacı olduğunu, sivil, demokratik yeni bir anayasanın bu nedenle önem taşıdığını, ama ‘kafasal değişim’in de zaman alacağını söylüyorum. Daha üç yıl önceydi. 2007’nin Nisan ayı. Eşi başörtülü, kendisi de Ak Partili olduğu için Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçtirmek istemediler. Bürokratik oligarşi bunun için 367 gibi bir hukuk ucubesine sarıldı. Yetmedi, siyaset kurumuna 27 Nisan Muhtırası’nı dayadılar. Ama yine olmadı. Halk da yüzde 47 ile kendi muhtırasını çakınca, Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçildi, Çankaya’ya çıktı. Ama şimdi büyük paşalar çıkmıyor Çankaya’ya, Kemal Kılıçdaroğlu çıkmıyor, Gül’ün başörtülü eşinin, Hayrünnisa Hanım’ın elini sıkmamak için... Allah akıl fikir versin. Zamanı durdurmak olanaksız. Tarih tarafından artık sollanmakta olduğunuzun bilmem ne kadar farkındasınız?.. Geçelim. Başörtüsüne ilişkin yasaklarla utanç verici bir ayrımcılığın sürdürülmek istenmesini kınıyorum. Başörtülü genç kız: “Demokrasiyi herkes kendine istiyor.“ Yerinde bir tespit. Özetle diyorum ki: “Aleviler, Sünnilerin başörtüsü sorununa sahip çıkmıyor. Sünniler, Alevilerin zorunlu din dersi meselesine sırtını dönüyor. Aleviler Kürtlerin, Kürtler Alevilerin sorunlarıyla pek fazla ilgilenmiyor. Sünniler de öyle, Kürt sorunuyla çok fazla ilgilendikleri yok. Kürtlerin gündeminde ise başörtüsü var yok arası...” Sözü 12 Eylül’e, 1980’deki darbeye getiriyorum: “Darbe, Kürtlere vurdu. Diyarbakır askeri cezaevini Kürtler için işkencehaneye çevirdi. Kürtçeyi yasakladı. Alevilerin kaldırılmasını istedikleri zorunlu din dersi de, bugün hâlâ tam olarak kurtulamadığımız darbe anayasasıyla geldi. Üniversitelerde başörtüsü yasağı da yine 12 Eylül hükümetinin bir genelgesiyle başladı. Kısacası Kürtler, Aleviler, Sünniler... Dertlerinin temelinde ortak bir dert, asker sorunu yatıyor. Demokrasiye birlikte sahip çıkmak gerekmez mi?” Genç bir adam söz alıyor. Yirmili yaşlarında ancak. Tane tane konuşuyor: “Darbelerden dolayı hep askeri suçladınız. Bu bir haksızlık. Gerçek suçlu asker değil, halktır. Biz halkı eğitemedik, o da sandıktan hep öyle iktidarlar çıkardı ki, askere darbeden başka çare kalmadı.” Karşımda sanki gençliğim duruyor. Bremen’deki genç Hasan Cemal... Tepkimi içime bastırıp, sesimi yükseltmeden diyorum ki: “Sanıyorum, senin yaşlarındaydım. 1965, 66 yılları. Almanya’da, Bremen şehrinde yaşarken, bir gün elime Franz Fanon’un bir kitabı geçti. Bu Dünyanın Lanetlenmişleri... Siyasette şiddeti yücelten çarpıcı bir kitap... Ezberlercesine okumuştum. Ve özellikle Türkiye gibi üçüncü dünya ülkelerinde iktidarın halkın oyuyla değil, namlunun ucuyla belirlenmesi gerektiği düşüncesine varmıştım. Çünkü halkın oyuyla seçim sandığından çıkanlar hep gericilerdi, emperyalizmin uşaklarıydı. Böylece darbeci olmuş, askerle işbirliği içinde devrimin yolunu açmaya soyunmuştum. 12 Mart darbesiyle yaşanan acılar ve Deniz Gezmiş’lerin idamlarıyla rüyadan uyanmaya başladım. Bunun öyküsünü de Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım adını taşıyan kitabımda anlattım. Bunca yıl sonra genç bir adamın hâlâ darbeciliği savunmasına son derece üzüldüm. Lütfen kendini bir an önce sorgulamaya çalış, çünkü darbeler ve muhtıralar Türkiye’yi geriye götürdü. Gerçek gericiler halk değil, bu darbeleri yapanlar ve onları destekleyenlerdi.” Galiba en çok bu sözlerim alkışlanıyor. Genç adamın sorusuna Ruhr Kitap Günleri için Essen’de olan Karin Karakaşlı’nın tepkisi: “Zaman sanki durmuş gibiydi.” Büyük paşalar için de öyle... Hatta Kemal Kılıçdaroğlu için de öyle değil mi?..
<< Önceki Haber Zamanı durdurmak olanaksız! Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER