Son zamanlarda
siyasette üslup meselesini yine tartışmaya başladık. Doğrusu beni heyecanlandırmıyor. Önemsiz bir konu olmadığını biliyorum.
Ama öylesine bir konu ki yıllardır hiç değişmiyor. Siyaset bizde
siyah-beyaz yapılıyor. Birinin ak dediğine, öteki kara diyor.
Bu hep böyleydi.
Özellikle çok partili sisteme adım atıldığından beri
diyalog, uzlaşma, tolerans, tahammül gibi
demokrasi kültürünün temelini oluşturan kavramlara fazla yüz verilmedi.
Daha çok bağırıp çağırdık, bunu siyaset
sandık. Kendi burnumuzdan kıl aldırmayan, kendi doğrumuzdan hiç kuşku duymayan tavırlara saplanıp kaldık. Bizden farklı düşüneni, karşımızdakini düşman gibi gördük, demokrasi dışı saydık.
1950’lilerden beri böyle. Bayar-
İnönü,
Demirel-Ecevit,
Özal-Demirel,
Çiller-Yılmaz örnekleri bir film şeridi gibi gözümün önünden geçip gidiyor.
Hangisi farklıydı ki?..
Bu liderler kendi aralarında oturup
Türkiye’nin temel sorunlarına ilişkin diyalog köprüleri oluşturma zahmetine mi katlandılar? Demokrasiyi ortak
platform olarak savundukları duruşlar mı gördük bu liderlerden?
Her seferinde Türkiye bu siyah-beyaz kavgaların sonunda askere tosladı. 27
Mayıs, 12
Mart, 12
Eylül, 28
Şubat... Bunların özünde asker sorunu ne kadar varsa, bir o kadar da
sivil sorunu vardı. Birbiriyle hiç anlaşamayan, hiç uzlaşamayan sivil siyasetçiler yani...
Derya Sazak anlattı.
Rahmetli Ecevit’ten dinlemiş.
12 Eylül 1980’de
darbe sabahı, Ecevit’le Demirel, eşleri
Rahşan ve Nazmiye Hanım’la birlikte askeri bir uçakla Hamzakoy’a gönderiliyorlar.
Uçakta karşı karşıya koltuklara oturtulmuşlar. Yıllarca birbirleriyle en ufak bir diyalog kurmayan iki lideri böyle oturtmak, herhalde, askerin bir hınzırlığı diye düşünmüş Ecevit.
Ecevit’in göz göze gelmekten kaçındığı Demirel ise ikide bir oflayıp puflayıp, elindeki o meşhur anayasa kitapçığını sallıyormuş Ecevit’e doğru:
“Kardeşim, bunun neresinde bu yazıyor, neresinde?” diye dertleniyormuş, iş işten geçtikten sonra...
Demirel’le Ecevit kavgalarının,
ağız dalaşlarının içinde geçti benim gazeteciliğim. Sonrakileri de yaşadım. Bugünküleri de yaşıyorum, Erdoğan‘la,
Baykal’la, Bahçeli’yle...
Bazen üzülüyorum.
Bazen sıkıntı basıyor içimi.
Salı günleri liderlerin
Meclis Gruplarında yaptıkları konuşmaları sonuna kadar izleyemiyorum, kısa bir süre sonra televizyonu kapatıyor ya da zaplıyorum.
Tayyip Erdoğan’ın üslubunda eleştirilecek çok şey var. Ama Baykal ve Bahçeli’yle bu açıdan yarışmak galiba olanaksız.
Hele MHP liderinin, isim isim sayarak dört medya patronuna yönelik son saldırısı
akıl alır gibi değildi.
Ama şaşırtıcı da değildi.
Aynı
Devlet Bahçeli daha geçen yaz benim de aralarında bulunduğum bazı gazeteci, yazar ve aydınları, 12 kötü adam diye açıkça
hedef göstermişti.
Bahçeli’yle, benimsediği milliyetçilik çizgisiyle demokrasi kültürünü bağdaştırmaya çalışmak nafile bir çabadır.
Geçelim.
Türkiye ne yazık ki hiç de hoş olmayan bir siyasal kutuplaşma içinde bir seçime daha yol almaya başladı.
Demokrasi kolay değil, zaman alıyor,
sabır istiyor.