Hukuk adına ne yapmak zorundayız?..
Ne asker düşmanlığı, ne de TSK’dan ‘rövanş’ almak...
Cumhurbaşkanı Gül’ün
Çankaya’da yasama, yürütme ve yargı organlarının başkanlarını bir yemekte buluşturması iyi niyetli bir çabanın ürünüdür.
Anayasal bir görev olarak devletin zirvesinde ‘uyum’ sağlamaya dönük bir arayışın,
Türkiye’de istikrara katkısı olabilir ancak...
Çankaya zirvesinden çıkan
mesaj, dünkü
Milliyet’te şu ifadelerle özetleniyordu:
“Hukukun üstünlüğüne ve temel ilkelerine bağlı kalınsın, uygulamalarda da usul yasalarına azami özen gösterilsin.”
İyi güzel.
Eğer hukukun üstünlüğü diyorsak, elbette başka türlüsü düşünülemez. Gerçek bir hukuk devletinde bunun istisnası olamaz.
Hukukta çifte standart yoktur.
Hukuk herkesi bağlar.
Ama eğer biz ‘hukukun üstünlüğü‘nü işimize geldiği
vakit hatırlarsak, bu güzel sözler bayat klişeler olarak kağıt üstünde kalmaya mahkum hale gelir.
Zurnanın zırt dediği yer de burasıdır. Ve ne yazık ki bizim ülkemizde bu durumun yargı düzeninde ağır bastığı birçok olay yaşanmıştır.
Susurluk bunlardan biridir.
Mesut Yılmaz kaçıncı kez açıklıyor. 1990’lı yıllarda devletin, devlet kurumlarının
terörle mücadele ederken hukukun dışına çıktığını söylüyor.
Yılmaz’ın 1997’deki talimatıyla, kendi
Başbakanlığı döneminde
Başbakanlık Teftiş Kurulu aracılığıyla hazırlattığı Susurluk Raporu bu hukuk dışılığın korkunç örnekleriyle doludur.
Devletin resmi raporunda yer alan bu örneklerin bir kısmını bu köşede daha önce de yayınlamıştım. İsterseniz, şunları bir daha okuyun.
——-
“Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar
infaz edilmiştir.”
——-
“
JİTEM çatısı altında illegal bir oluşuma gidildi.
Diyabakır ve çevresinde
PKK ile ilişkili olduğundan şüphelendiğimiz hemen herkesi infaz etme
yetkimiz vardı.”
——-
“Bu insanları yakalayıp suçu varsa tespit edilip, adalete teslim etmek yerine,
faili meçhul bir şekilde öldürmeyi bir yöntem olarak benimsemiştik. Bizden istenen buydu, bu tarzda talimat alıyorduk.”
——-
“Adam öldürme veya ‘adam alma’ yetkisinin bu ciddiyetten uzak kullanımının karşıt tepkileri geliştirmesi kaçınılmazdı.”
——-
“Kanaatimizce ‘infaz grubu’ ifadesi birçok olayın düğüm noktasıdır. ‘İnfaz grubu’na kimler emir verebilir?..
OHAL bölgesinde bu karar mercii başçavuşlara,
komiser yardımcılarına, çok daha önemlisi bu yetki dünkü
terörist, yarınki potansiyel suçlu itirafçılara kadar inmiştir.”
——-
“1996 yılında
Kolordu Komutanı’nın her türlü düzensizliğe son vermek için harekete geçmesi, bu adam öldürmedeki keyfiliği de bir noktaya kadar önlemiştir.”
——-
Devletin raporu böyle diyor, “adam öldürmedeki keyfilik’ten söz ediyor.
Susurluk işte budur.
Peki, hesabı soruldu mu?
Başbakan
Çiller sordu mu? Başbakan Yılmaz, Başbakan Ecevit Susurluk’un hesabını hukuk dışına çıkan devlet kurumlarından sordular mu 1990’larda?
Yanıt koca bir ‘hayır’dır.
Peki, asker kendi içinde Susurluk’la hesaplaştı mı, JİTEM’le hesaplaştı mı?
Cevap yine ‘hayır’dır.
Neden bu hesaplar sorulmadı? Sorulamadı?
Başbakanlık Teftiş Kurulu’nda hazırlanan Susurluk Raporu’nda bu açıdan bazı ipuçları da yer alır.
9. sayfadan:
“PKK ile mücadele eden devlet güçlerinin tepkisini, öfkesini ve bazı şedit davranışlarını anlamak ve mazur görmek mümkündür. Hatta zaruridir.”
Buna katılıyor musunuz?
Evet mi, hayır mı?
Evet diyorsunuz, ‘hukuk’u, ‘hukukun üstünlüğü’nü, ‘
insan hakları’nı unutun gitsin. Eğer Türkiye’de,
Güneydoğu’da yaşanan binlerce faili meçhul cinayeti içinize sindirebiliyorsanız, başka acılar gibi bunların acısını da hissedemiyorsanız eğer, sözün hükmü kalmıyor.
“Devletin ağzı süt kokmaz!”, “Devlet bazen rutin dışına çıkabilir!” diye özetlenebilecek görüşlerin geçerli olduğu bir devlet düzeninin kapısı hukuka kapalı kalmaya devam eder.
Ve hiç unutmayın:
Bu zihniyet değişmedikçe, hukuk ve
demokrasi adına hesaplar sorulmadıkça, devletin içine de gerekli hukuk ve demokrasi götürülmedikçe, ne yazık ki, bu ülkede daha çok faili meçhuller, siyasi
cinayetler yaşarız. Susurluk’lar,
Ergenekon’lar,
Sarıkız’lar, Ayışık’ları, Eldiven’ler görmeye devam ederiz.
Bu görüşümü yıllardır savunuyorum.
Asker düşmanı değilim.
Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmanın veya ondan ‘rövanş alma‘nın peşinde değilim.
Aklım başında...
Ama hukuktan yanayım.
Demokrasiden yanayım.
Demokrasi ve hukuk birtakım kuru klişelerden, bayramlık laftan ibaret değildir çünkü...
Son söz:
Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri de daha fazla yıpranmak istemiyorsa, kendi içinde bazı hesapları sormak, temizlemek ve ‘kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışını terkettiğini göstermek zorundadır.
Yoksa hukuk da, demokrasi de içi boş klişeler olarak kalmaya devam eder.