Pazar günlerini genellikle severim. İyi kalkarım. Uzun ve güzel bir kahvaltı...
Günü de planlamam, kendi haline bırakır, istediğim gibi takılırım.
Ali Sami Yen’de maç varsa, mutlaka giderim. İngiltere’den önemli
futbol maçlarını kaçırmam, tabii İbrahim Altınsay’ın yorumlarıyla...
Üstelik
pazarları benim yazı günüm değildir.
Kafamın arkasında sürekli dönen o
kaset hiç olmazsa bir günlüğüne, hadi durur demeyeyim ama yavaşlar.
Ama bu pazar benim için keyifli bir gün değil, hissediyorum olmayacak.
İyi uyanacağımı da sanmıyorum.
Sebep malum:
Galatasaray...
Bugün süper ligin son günü.
Ya üçüncü ya dördüncüyüz.
Geçen yıl da beşinciydik.
Bu yıl
kupaların hepsini başkaları kaldırdı. Sarı kırmızı renklere, Cim Bom’a gönül vermiş bir fanatik için hazin ve de acıklı durum.
Üstelik bu pazar gecesi
Fenerbahçe kendi kutsal mekanında, Saraçoğlu’nda lig kupasını kaldırmaya hazırlanıyor.
Büyük ihtimalle kaldıracak da.
Çare yok, ne kadar fanatik olsan da, Fenerbahçe’yle birlikte Fenerli dostları
tebrik etmek zorundasın.
Onlar da sana, başta Mustafa
Oğuz olmak üzere
mesaj atacaklar:
“Üzgünüm Leyla!”
İtiraf edeyim.
Fenerli dostlara bu
sezon içimden bir kez bile olsun “Üzgünüm Leyla“ mesajları atmak gelmedi. Galatasaray’ın halleri buna engel oldu.
Perişanları oynadık.
Olmadık maçlar kaybettik.
Belki en önemlisi
takımın ruhsuzluğu idi.
Ruhsuzduk ruhsuz!
Ne yazık bunu söylemek.
Geçen gün bir futbol filmi seyrettim. Leeds
United’i anlatan bir film, The Damned United.
İngiliz futbolunun
efsane teknik direktörlerinden, kibirli ve çenebaz Brian Clough’ın
Leeds United takımında geçirdiği çok başarısız kısa bir dönemi çarpıcı biçimde sergiliyor.
Genç, hırslı, son derece yetenekli bir hoca...
Çok iyi topçular...
Ama sonuç yok!
Çünkü ruhsuzluk hakim.
Çünkü Hoca’yla topçuların kimyası uyuşmuyor, aralarında
diyalog köprüleri kurulamıyor.
Soyunma odasında heyecan yok, ruh yok.
Futbolun o havasını, soyunma odası atmosferinin önemini, motivasyonun kaynaklarını, yeşil sahaya çıkarken
yemin eder gibi birdenbire tırmandırılan, “Biz bu maçı alırız!” hissiyatının etkisini çok güzel ele alan bir filmdi.
Filmi yalnız başıma seyrederken, “Bizim takım gibi” dedim kendi kendime... Çatısı mı iyi kurulmadı, temeli mi iyi atılmadı, bilemiyorum.
Neyse...
Dünya Kupası’na az kaldı.
2006 ve 2008’deki gibi bir aylığına olmasa da, bu defa iki hafta inşallah gideceğim
Güney Afrika’ya,
hazırlıklar tamam.
Kim bilir, belki Galatasaray acısını bana Messi’li
Arjantin unutturur.
Avrupa’da bu yıl, “Barcelona’yı izlemek futbolu sevmektir, Messi’yi seyretmek mucizeye inanmaktır!” diye yola çıktım. Ama Şampiyon Kulüpler’de kibirli Mourinho’nun İnter’i kilitledi hem benim Messi’yi, hem Barcelona’yı...
Hayal kırıklıkları!
Futbol böyle, her türlü sürprize açık bir oyun.
Bunun için güzel oyun.
Biliyorum, bunu söylerken, futbolun adaletsizliğinden dem vururken, bu güzel oyunda 90 dakikanın sonunda her şey olabilir derken, aklından geçeni biliyorum.
Nedir?
Çıkar bakalım dilinin altındaki baklayı.
Yeni bir
Denizlispor faciası mı?..
Bursaspor mu?..
Unut oğlum unut, bu saatten sonra Fenerbahçe Saraçoğlu’nda bırakmaz o kupayı. İsyan çıkar
isyan!
Sen kendi haline bak.
Evet, ben Galatasaray’lıyım, beni ancak kupa keser, başka şey değil.
Durumumuz acıklı!
Öyle ama her gün önünden geçiyorum Aslantepe’nin. Yeni stadımız yükseldi, şekillendi. Artık umutlarımı gelecek sezona bağlıyorum.
Evet, benim için keyifli bir pazar günü değil. Maçları seyretmek içimden gelmeyecek. Ve
akşam vakti Fenerli dostları kutlamak zorunda kalacağım.
İyi pazarlar!