CAPE TOWN
Ümit Burnu’nun bir yanından
Hint Okyanusu, bir yanından
Atlas Okyanusu vuruyor kıyıya bembeyaz köpükler saçarak. Dalgalar büyük bir gümbürtüyle patlarken, güneşin arasından süzülen sular ipince bir tül perdesi gibi iniyor kayalıkların üstüne.
İlk geldiğim on altı yıl önce de bu kadar güzeldi
Cape Town. Belki daha bir heyecanlıydı. Çünkü, ırkçı rejimin sona ereceği ve 27 yıllık hapisten sonra Mandela’nın Cumhurbaşkanı seçileceği ilk özgür seçimlerin eşiğinde yaşıyordu
Güney Afrika.
Bu güzel şehire dün de 1994’deki gibi yine heyecan dolu geldim. Fakat bu seferki heyecan siyasetten değil
futboldan kaynaklanıyordu.
Eski limandaki Waterfront daha öğle vakti
Hollandalıların işgaline girmişti.
Deniz ürünleri restoranı Den Anker de turuncuya boyanmıştı.
Sırtlarında turuncu trikoları, ellerinde bira ve vuvuzelaları daha maça saatler varken şamataya başlamıştı Hollandalılar. Ben de aralarına girdim, bir kare çektirdim. Türk olduğumu, Portakalları tuttuğumu söyledim.
İlle bir
takım tutman mı lazım? Hak eden kazansın demek bu kadar güç mü?
Benim için güç galiba. Zira taraf seçmediğim zaman keyif vermiyor, maçın havasına giremiyorum.
2008
Avrupa Şampiyonası’nda da -elbette
Türkiye’den sonra- Hollanda’ya sempati beslemiştim. Turnuvaya
fırtına gibi girmişler,
İtalya ve Fransa’yı devirdikten sonra,
Rusya karşısında dağılmışlardı.
Her zamanki gibi...
Portakallar hep iyi başlar, sonra ‘gönüllerin şampiyonu’ olarak kalır. Böyle denir Hollanda için.
1974 Dünya Kupası
finalinde ev sahibi
Almanya, 1978 finalinde de ev sahibi
Arjantin karşısında yenilip kupayı son anda elinden kaçırmıştı Hollanda...
Masa Dağı’nın eteklerindeki stadyuma doğru yürüyüşe geçerken, bu defa Hollandalıların kendilerinden ne kadar emin oldukları yüzlerinden okunuyordu.
Evet, bu sefer şeytanın bacağını kıracaklardı!
Hem eksikleri yoktu, hem topçuları formlarının zirvesindeydi, hem kendi evlerinde gibi oynayacaklardı. 65 bin kişilik stadın büyük bölümünün turuncu renge boyanacağı daha maçtan önce biliniyordu.
H H H
Yarı final, heyecan çığlıkları arasında gerçekten inanılmaz bir finalle noktalandı.
İkinci yarıdaki üçüncü golle birlikte 3-1’i yakalayan Hollanda rahatlamış,
Uruguay neredeyse maçı bırakmış bir havaya girmişti.
Fakat 90+2’de futbolla oyun olmayacağı bir kez daha ortaya çıktı. Arjantin’in beklenmedik bir anda gelen usta işi golüyle durum 3-2 olunca maçın tansiyonu bir anda yükseldi.
Euro 2008’de, Viyana’da oynadığımız Türkiye-
Hırvatistan maçını anımsadım. 118’de golü yemiştik. Bitti derken, 120+2’de kalecimiz
Rüştü, bir serbest vuruşu Hırvat onsekizine şandellemiş, Emre Aşık Hırvat defansını karıştırmış,
Semih de önüne düşen topa üstelik sol ayağıyla vurduğu müthiş voleyle topu
ampul gibi doksana takmış ve hepimizi çılgına çevirmişti.
Dün
akşam da çok benzer bir pozisyon oldu 90+2’den sonra.
Uruguay kalecisi, serbest vuruşta topu, Hollanda onsekizinin içine ortaladı, ortalık karıştı, ama bir Semih çıkmadı Uruguay’dan...
Hakemin bitiş düdüğünü çalıncaya kadar geçen birkaç dakika içinde, çevremdeki Hollandalı taraftarların attıkları heyecan çığlıkları inanılmazdı.
Güzel goller seyrettik.
Özellikle birinci yarıda önce van Bronckhorst’ın, sonra Forlan’ın karşılıklı olarak sol voleyle yirmi yirmibeş metreden attıkları karşılıklı
füze gibi goller, belki de turnuvanın en güzel golleriydi.
Sonuç
sürpriz olmadı.
Hollanda’nın iyi oynadığı söylenemezdi. Özellikle ikinci yarıda zorlandı, Uruguay’ın sert ve inatçı futbolu karşısında.
Ama bir
Robben, bir
Sneijder gibi fark yaratan topçularla Hollanda’nın
yarı finali geçmesi eski deyişle eşyanın tabiatına uygundu.
Hollanda şimdi üçüncü kez Dünya Kupası finaline çıkmış durumda. 1974’de
Almanya’yla, 1978’de Arjantin’le oynamış ama kaybetmişti.
Bakalım bu kez şeytanın bacağını kırabilecek mi?
Bu akşam Durban’dayız, ikinci finalist belli olacak, Almanya mı,
İspanya mı? Gönlüm, İspanya’dan yana. Ama Alman futbol makinesi de korkutucu!
Haydi maça maça!