Ürdün’de Lut Gölü, 2003 yılı Haziran ayıydı. Bir sabah vakti gölün kıyısında oturmuş o
şairi düşünmüştüm. Ülkesi
İsrail tarafından işgal edilince
intihar eden
Lübnanlı Arap şairin trajik
ölümü gözümün önünden geçip gitmişti.
Lut Gölü bir tuhaftır.
Süt
mavisi rengiyle, çıplak, tek ağaçsız, yeşilden yoksun boz çevresiyle, insanı içine çeken, eski deyişle tefekküre daldıran sessizliğiyle o kıpırtısız halini anımsıyorum.
Kimine göre Ölü Deniz’dir.
Canlı varlık yaşamaz çünkü. Çok tuzludur. Kuzeyden Şeria Nehri’nin getirdiği
balıklar göle düşer düşmez ölür. Ayrıca dünyanın en derin yeridir,
deniz seviyesinin dört yüz metre altında...
Güneş yükseldikçe, sıcak bastırdıkça suyun üzerine sis iner, belki de gölün üstünde bir buhar tabakası oluşur.
O şairi, ülkesi Lübnan, İsrail tarafından işgal edilince, “Araplar nerede?.. Neden yardımımıza gelmiyorlar?..” diye haykırıp kafasına bir kurşun sıkan Halil Hawi’yi düşünmüştüm o sabah vakti.
Karşı kıyılar Batı Şeria’ydı, İsrail’in işgali altındaki
Filistin toprakları... Salim Jabran’ın, sürgünde yaşayan Filistinli
ozanın dizelerini not etmiştim yazım için:
Şairler uzakta ölür, yalnız
Kalbinde ve gözlerinde Filistin
Kanayıp çiçeklenir ömür boyu.
Şairin bu dizelerine damgasını vuran duyarlıkları yüreğinde hissetmeye çalışmadan, kan ve ateşin hiç eksik olmadığı bu toprakları anlamak güçtür diye yazmıştım not defterime.
Massada karşı kıyıdadır.
Lut Gölü’ne
bakan kalyonun üstüne kurulmuş eski bir şehir.
Ya da
Yahudilerin Massada kompleksi.
Yahudiler Romalılara karşı ayaklanır. İsyan bastırılır. 967 Yahudi Massada’ya sığınır. Romalılar şehri kuşatır, bekler. Yahudiler toplu intihar kararı alır. 10 savaşçı, öteki 957 kişiyi öldürür. 10 kişiden 1’i de, öteki 9 kişiyi öldürdükten sonra Massada kalyonunda uçuruma atlayıp intihar eder.
Tutsak yaşamak yerine ölüm!
Yahudiler, direniş ruhu olarak belledikleri Massada’yı hiç unutmazlar. Belki de bu bir tür hiç bitmek bilmeyen güvenlik arayışlarının bir sonucudur.
Kudüs’teki Diaspora Müzesi’nin duvarında sürekli dönen kırmızı ışıklı yazıyı anımsıyorum:
“Ölmeyeceğim, yaşayacağım!”
Soykırım ve kırımlarla dolu acı bir tarihin içinden gelen bir kavim oldukları için kendilerini bir türlü emniyette hissetmeyen Yahudilerin o sonsuz güvenlik arayışı...
Evet, bu duyguyu da anlamaya, hissetmeye çalışmadan, trajediye bir türlü doymak bilmeyen bu topraklarda neyin olup bittiğini
yerli yerine oturtmak çok zordur.
Peki ama Yahudilerin son derece meşru olan bu güvenlik arayışı, Filistinlilere bunca yıldır zulüm etme hakkını, Filistinlilerin son derece haklı ve meşru taleplerini reddetme hakkını İsrail’e veriyor mu?
Elbette vermiyor.
Yahudilerin bu güvenlik arayışı, İsrail’in uluslararası hukuku hiçe sayarak Gazze’ye 36 aydır uyguladığı insanlık dışı ablukayı haklı kılıyor mu?
Elbette kılmıyor.
Yahudilerin bu meşru güvenlik arayışı, İsrail’in uluslararası hukuku çiğneyerek uluslararası sulardaki Türk bandıralı Mavi
Marmara gemisini basıp Türk vatandaşlarını kurşunlamasını, katletmesini haklı gösterebilir mi?
Elbette göstermez.
Lut Gölü’nün kıyısındaki açık hava tiyatrosunda Ayşe’yle yaşadığımız o gün
batımı gözümün önüne geliyor. Gündüzün çöl sıcağı gitmiş, gecenin
tatlı serinliği esiyor.
Filistinli şair
Mahmud Derviş’le Brezilyalı romancı Paulo Coelho birlikte sahneye çıkıp bir ağızdan barış şiirleri okuyorlar.
“Çektiğim acılar bana affetmeyi ve hoşgörülü olmayı öğretti” diyen, “Şimdiye kadar bizim acılarımız şiir olmuştur” diyen büyük ozan Mahmud Derviş’i o gece dinlerken yüreğim burkulmuş, bu toprakların bir an önce trajediye doymalarını dilemiştim.
Sonra da sahneye bir Filistinli ve bir İsrailli Yahudi kemancı birlikte çıkmışlardı. İsrailli kemancının, dumanı tüten meşaleler altında “Müzik aşkın gıdasıdır” dediğini hatırlıyorum. Ve Amerikalı bir Yahudi yönetiyordu orkestrayı... Bach, Çaykovski,
Beethoven çalmışlardı.
Ve konserin adı barıştı.
İyi pazarlar!