Sevgili okuyucular,
bu
pazar sohbetinde sizlere 1950’li yıllardan bu yana Türk yüksek
öğretimine damgasını vuran ve 60 yıldan beri Türkiye’nin gündeminden düşmeyen bir ‘ulu çınar’dan, Prof. Dr.
İhsan Doğramacı’dan söz edeceğim.
Doğramacı Hoca, yakınlarının deyimiyle ‘Hocabey’, geçen perşembe günü, arkasında
hizmet ve faaliyet dolu tam 95 yıl bırakarak
vefat etti. Bugün öğle namazında O’nu
Kocatepe Camii’nden ebediyete uğurlayacağız. Cenazesi, yapımıyla bizzat meşgul olduğu
Bilkent Üniversitesi’ndeki ‘Doğramacızade Ali Paşa Camii’nin haziresinde toprağa verilecek...
Hükûmet, O’nun devlet töreniyle defni için hususî
kararname çıkardı ve çok isabetli bir karar aldı. Zira, Prof. Doğramacı, dünya çapında şöhret sahibi ve uluslararası entelijansiyanın itibar ettiği çok önemli bir şahsiyetti. Eminim ki, Hocabey kendisi için devlet töreni yapıldığını bilseydi çok memnun olurdu.
***
11
Şubat 2005 tarihinde yayınlanan ‘Türk Şehri
Erbil başlıklı yazımda şunları ifade etmiştim: “Aramızda yaşayan canlı bir tarih var diyerek Erbil’in en köklü ailelerinden birine mensup olan Prof. Dr. İhsan Doğramacı ile görüştüm. Yılların yaşlandıramadığı Doğramacı Hoca, Erbil’den bahsedince gözleri dolarak, ‘Erbil, hâlen bir Türk şehridir. Nüfusun en az yarısı Türk’tür’ diyor. Günümüzün Erbil Atabeyi diyebileceğimiz Prof. Doğramacı, Erbil’den 1932 yılında 16 yaşındayken ayrılmış. Ancak, Erbil’e olan sevgisini ve ilgisini hiç kaybetmemiş. Erbil merkezinde, okul öncesinden yüksekokula kadar
Türkçe eğitim veren 15 okul yaptırmış. Kifrî ve
Süleymaniye ’de de birer okulu var.”
Hocabey, yazımın yayınlanmasını müteakip beni aradı ve sesi titreyerek yazıdan dolayı memnuniyetini belirtti. Bilhassa ‘Erbil Atabeyi’ benzetmesine çok memnun olmuştu. Daha sonra nerede karşılaştıysak memnuniyetini tekrarladı. 3
Nisan 1915’te dünyaya gözünü açtığı Erbil’i, Kerkük’ü, Musul’u, Telafer’i bir türlü unutamıyor; o koca
Türkmen yüreğinde bu eski diyarlarımızın hasretini, özlemini ve acısını yaşatıyordu.
Geçen yıl Gaziantep’te iken beni aradı; özlediğini ve görüşmek istediğini söyledi. Çok memnun olmuştum; zira aramızda
tatlı hâtıralar kadar ihtilâflar da yaşanmıştı. Lâkin basiretim bağlandı, acele edemedim. Ne yazık ki son bir sohbete fırsat bulamadık.
***
Hocabey, hayatta tanıdığım en pratik ve pragmatik kişiydi. Son derece kıvrak bir zekâya sahipti. Bazen o derece hızlı düşünürdü ki, bunu sözle takip edemeyince kırık dökük cümleler kurardı. O, 1.90 boyundaki dev gibi adam, kendine mahsus yüz ve el mimikleriyle öylesine hareketlenirdi ki,
küçük bir afacanın mûzipliğini simasında seyrederdiniz.
Prof. Doğramacı, bazen yanlış icraatta da bulunmuştur. Başta YÖK olmak üzere birçok uygulamalarını eleştirebilirsiniz. Lâkin şurasını kabul etmeniz gerekir ki, Doğramacı Hoca, çok zor şartlar altında tamamen kendi kabiliyeti ve özellikleri sâyesinde, kısa sürede dev eserlere imzasını atmıştır.
Prof. Doğramacı, kendi tecrübelerine dayanarak yeni bir yüksek öğretim sistemi kurmuş;
kampüs tipi üniversitelerin oluşumunu sağlamış ve özellikle tıp eğitiminde çok başarılı modeller geliştirmiştir. Sadece, tümüyle kendi eseri olan
Hacettepe Üniversitesi ve Türkiye’nin ilk
vakıf üniversitesi
Bilkent Üniversitesi bile, O’nun ismini yaşatmaya yetecektir.
O, üniversitelerin kuruluşunda ‘üniversite lideri
rektör/
yönetici’ statüsünü geliştirerek bunun en güzel örneğini şahsında vermiştir. ‘Doğramacı gibi adam’ sözü, pratik, pragmatik, süratli çalışan, kreatif kişileri anlatmak için kullanılır olmuştur.
***
Hocabey’i ilk defa 1969 yılında tanıdım.
O tarihte ben, Devlet Plânlama Teşkilâtı’nda, eğitim yatırımları konusunda yetkili olan, henüz 24 yaşında
genç bir uzmandım.
Hacettepe Üniversitesi’nin gelişimini ve Beytepe kampüsünün kuruluşunu heyecanla yakından izlerdik. Süratli ve başarılı icraatından dolayı O ’nu desteklerdik ama Hocabey
bütçe tahsislerini bir türlü beğenmez, birkaç misli fazlasını
isterdi.
İstanbul,
Ankara Üniversiteleri gibi eski ve büyük üniversitelerin lagar ve işinden habersiz yöneticileri bütçe dönemlerinde uyuklarlarken Doğramacı, daha fazla
ödenek koparmak için akla hayâle gelmez işler yapardı. En basit numarası, Hacettepe
Tıp Fakültesi Hastanesi’nde içinde halılar döşeli lüks odalar düzenleyerek
Meclis Bütçe Komisyonu
üyelerine ve yakınlarına tahsis etmekti.
1969 yılının bir sonbahar gecesinde (bütçe döneminde), eşimle birlikte bir
arkadaş ziyaretinden Ankara Ayrancı’daki evimize dönüyorduk. Apartmanın girişine geldiğimizde şaşkınlıktan dona kaldık. Vakit geceyarısını geçmişti. Doğramacı Hoca, apartmanın girişindeki merdivenlere oturmuş,
sokak lambasının ışığında klasörleri, dosyaları karıştırıp duruyordu.
Bizi görünce çocuk azarlar gibi, “Nerede kaldınız? Bir saattir sizi bekliyorum” dedi. Evrakını toparlayarak Hoca’yı eve dâvet ettik. Salona girip ceketini çıkardı; sonra çok candan ve tonton bir edayla doğruca mutfağa gitti ve ‘Sizi beklerken acıktım’ diyerek kendisine bir sandviç hazırladı. O geceyi Hacettepe Üniversitesi’nin yatırımlarını tartışarak geçirmiştik...
***
Hocabey’le tatlı ve acı hâtıralar o kadar çok ki... Gene bir türlü unutamadığım tatlı bir
hâtıramızı anlatayım. 1970 yılının bütçe döneminde Doğramacı, biz plâncıların kuyruğunu iyice kıstırmıştı. Beytepe kampüsünün
kamulaştırma ödeneğinin tamamını istiyor ve üzerimizde fena hâlde
baskı yapıyordu. Zamanın Başbakanı
Demirel, DPT Müsteşarı
merhum Özal ve SPD Başkanı Yalçıntaş ödeneği elden çıkarmamak için haklı olarak kalan bir haftayı Hoca’ya yakalanmadan geçirmeye çalışıyor; bana da, ‘Sağlam dur, sakın tâviz verme’ diye tenbihatta bulunuyorlardı. Sanki Doğramacı’yı atlatmak kolaymış gibi...
Ben, Bütçe’nin TBMM’ye verileceği 30
Kasım gecesine kadar Hoca’ya yakalanmamak için DPT binasının kapısına hizmetli personelden bir erkete koydum. Hoca, DPT’nin kapısına yaklaşınca erkete odamın bulunduğu koridorun başından ‘Doğramacı geliyor!’ diye bağırıyor; ben de aşağıya koşarak alt kattaki eski
Başbakanlık binasından kaçıyorum. Hoca’yı iki gün atlattıktan sonra benim kaçtığımı anlamış. Tam da 30 Kasım günü bizim erketeyi atlatıp koridorun başında beliriverdi. Kaçacak yer bulamayınca kendimi DPT’nin tuvaletine attım. Birkaç dakika sonra pisuarın yanından uzun boyunlu bir baş uzanarak bana, “Haydi çabuk ol da şu projeleri görelim” dedi. Tabiî, hiç değilse istediklerinin bir kısmını kopardığını tahmin edersiniz. Zaten geri kalanını da Meclis Bütçe Komisyonu’nda halletti...
***
Doğramacı Hoca, son derece hoşgörülü bir insandı. Dostluğa önem ve değer verirdi. Dünyanın hemen her yerinde dostları vardı. Ne kadar uluslararası kuruluşa ve derneğe üye olduğunu,
başkanlık ve yöneticilik yaptığını kendisi bile tam olarak söyleyemezdi. Çok iyi bildiği
Arapça,
Farsça,
İngilizce, Fransızca, Almanca dışında çok sayıda
yabancı dilde meramını ifade edebilir, okur ve yazardı. Ankara Bahçelievler’deki eski evinin salonla-
rının ve odalarının duvarlarında ömrü boyunca aldığı şiltler, beratlar, madalyalar asılıydı.
O’nu fazla hümanist ve enternasyonalist bulur, bazen tenkit ederdim. O zaman
boynunu büker ve millî meselelerdeki hassasiyetlerini anlatırdı. Özellikle dış
Türkler konusunda çok gayretliydi.
Hocabey pek
dindar sayılmazdı ama
Allah’a ve İslâm’a inanırdı.
Prof. Dr. İhsan Doğramacı, uzun bir ömrü, her ânını değerlendirerek doya doya yaşadı. Bütün insanlığa ve Türkiye’ye çok değerli hizmetlerde bulundu. Beraberce yürüttüğümüz ‘aşı kampanyası’ sâyesinde Türkiye’de çocuk
ölüm oranlarını nasıl aşağıya çektiğini hatırlıyorum.
O’nun mücadele ve hizmetle geçen hayatı genç nesillere örnek olsun.
Allah rahmet etsin, taksiratı varsa affetsin...
Ailesine, yakınlarına, eğitim ve tıp câmiasına
başsağlığı diliyorum.