Biliyorum, bu ağustos sıcağında ‘
Kürt Açılımı’ gibi tartışmalı konular hepinizi çok yordu. Lâkin, hemen ekleyeyim ki, gelecek haftadan itibaren gene bu tartışmalara dönmemiz gerekecek.
‘Geleceğin dış politikası’
Bizim ‘Yeni
Türkiye’nin 1995
Mart-
Nisan sayısında Türkiye’nin
dış politikası üzerine yazdığım makalede, ‘Geleceğin Dış Politikası’ başlığı altında şunları söylemişim: “Günümüzde bütün dünyada ve Türkiye’de çok hızlı bir değişim yaşanmakta ve Türkiye önemli bir geçiş döneminde bulunmaktadır. Ya, bazı dış çevrelerin geçen yüzyıldan beri istedikleri gibi
küçük, önemsiz ve değersiz bir
Balkan veya
Ortadoğu ülkesi olarak kalınacak ya da 21. asrın başlarında dünya politikasına yön veren ‘Büyük Türkiye’ kurulacaktır.”
Rahmetli
Özal, bu geçiş döneminde şahsiyetli dış politika için büyük bir gayret sarfetmiş; AB’ye resmî müracaat onun döneminde yapılmış ve Türkiye ‘emperyal vizyonu’nu onun sayesinde keşfetmiştir. Özal’ın gayretleri, Türkiye’nin ‘merkez ülke’ olmasında önemli katkı sağlamıştır.
Lâkin, ilk olarak 2004’te,
Başbakan Erdoğan’ın vizyonu, Türkiye’nin kendi gücünün farkına varmasını sağlamış; 1 Mart 2003’te son bocalamasını geçiren Türkiye, özellikle son yıllarda yaptığı ataklarla ‘
Merkez Güç’ten öteye bir aktif dış politika uygulamasını gerçekleştirmiştir. Bu başarıda, Cumhurbaşkanı Gül’ün ve Prof. Davutoğlu’nun da payları vardır.
1995’teki yazımda ‘Türkiye’nin Büyük Stratejisi’ni, kısa vâdede ‘bölgesinde etkili bir güç’, orta vâdede ‘yarı süper güç’, uzun vâdede ise bir ‘süper güç’ olmak şeklinde formüle etmiştim. Son dönemde Türkiye’nin bir ‘merkez ülke’ hâline geldiği, artık herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir.
Emperyal vizyon sahibi olmak
Efendim, bizim bazı kısır görüşlü aydınlar, ‘emperyalist’ olmakla ‘emperyal vizyon’ sahibi olmayı karıştırırlar.
Osmanlı emperyal bir devlettir ama aslâ emperyalist olmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin de ‘millî’ ve ‘üniter’ bir devlet olması, yöneticilerin emperyal bir vizyona sahip bulunmasına engel değildir. Ne yazık ki, daha önceki dönemlerde -
Atatürk,
Menderes ve Özal haricindeki- devlet adamları, bu vizyona sahip bulunmaktan, bu misyonu taşımaktan ve âdeta ‘Büyük Devlet’ olmaktan korkmuşlar; yanlış yorumladıkları ‘Mîsâk-ı Millî’ sloganına sığınarak Türkiye’yi pasivizme mahkûm etmişlerdir.
Başbakan Erdoğan, 4,5 yıl önce 25
Şubat 2005 tarihinde yaptığı ‘Ulusa Sesleniş’ konuşmasında, Türkiye’nin ‘yeni dış politika vizyonu’nu çizmiştir. Buna göre, ‘çok boyutlu’ ve ‘aktif’ bir dış politika izlenecek; bu anlayış bir ‘stratejik plâna’ ve ‘gerçekçi vizyon’a dayandırılacaktır. Türkiye’nin ‘merkez ülke’ olduğunu belirten Başbakan, dış politika vizyonunu oluştururken hedefin ‘küresel bir güç olma yolunda ilerleme’ olduğunu belirtmiştir.
Gerçekten de Erdoğan’ın liderliğindeki Türkiye, önümüzdeki dönemde bir ‘süper güç’ olma yolunda ilerlemektedir.
Rusya, Türkiye’nin ‘stratejik ortağı’ mıdır?
Efendim, 7
Ağustos günlü
Sabah Gazetesi, benim de beğendiğim ‘Yüzyılın Anlaşması’ manşeti altında, Erdoğan ve Putin arasında imzalanan 20 anlaşmayla, Türkiye ile Rusya’nın artık ‘stratejik ortak’ olduğunu ileri sürüyor.
Putin’in Türkiye’yi ziyaretinde imzalanan bu anlaşmalar, geçen hafta imzalanan
Nabucco Projesi ile birlikte Türkiye’yi dünyanın ‘enerji merkezi’ hâline getirmiştir. Bunun ne derece önemli ve tarihî bir merhale olduğu ortadadır.
Lâkin, Türkiye ile Rusya arasında her sahada işbirliğinin geliştirilmesi, son derece olumlu bulunmakla beraber, bu durum Rusya’nın Türkiye’nin ‘stratejik ortağı’ olmasını icap ettirmez.
Bu konuda artık farkedilmesi gereken, Türkiye’nin tek bloka sıkışmış, tek yönlü anlaşmalarla yetinen ve kendisine kolaylıkla müdahalede bulunulabilen bir ülke olmadığıdır. ABD ile ‘stratejik ortak’ olan Türkiye, artık ABD’nin de dışında bir merkez ülke politikası uygulayabilmektedir.
***
Sevgili okuyucular, tarafsız bir gözle bakabildiğimizde, Türkiye’nin son dönemde dış ilişkiler konusunda nasıl dev adımlar attığını görebiliriz.
Başbakan’ın dediği gibi, ‘Türkiye, kendisine inandığı ve güvendiği zaman...’ ‘küresel bir güç’ hâline gelebilecektir.