Prof. Dr.
Ergun Özbudun, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli bilim adamlarından biri. Değerli bir
Anayasa Hukuku profesörü ve çok boyutlu bir
siyaset bilimci... Olgunluk çağında, bilimsel eserleri kadar, Türkiye’nin sorunları üzerindeki düşünceleri de ağırlık kazandı. Sizin anlayacağınız, Ergun Hoca Türk hukukuna ve siyasetine dair en kıymetli felsefî görüşlerini vermeye başladı. Son dönemde, önce akademik bir heyete
başkanlık ederek çok itinalı ve değerli bir ‘Yeni Anayasa Taslağı’ hazırladı.
Geçen gün bir gazetedeki röportajında da Türkiye’nin tıkandığı noktalardan bahsederek ‘pasif lâiklik’ kavramını gündeme getirdi.
Sonucu tahmin edersiniz; Türkiye’de lâisizmi/lâikçiliği bir ideoloji olarak millete dayatmaya çalışan ne kadar lâikçi yobaz ve zorba varsa, Ergun Hoca’ya saldırmaya başladılar. On paralık hukuk ve siyaset bilgileriyle bu ifadeyi ‘lâiklikten sapma’ olarak anladılar ve söylemediklerini bırakmadılar.
Aslında bu lâikçilik tâcirlerini Türkiye’de, hattâ dünyada tanımayan kalmadı. Bunların maksadı
lâiklik filân değil, geçen haftaki yazılarımda izah ettiğim gibi, yüzde 5’lik yabancılaşmış bir
azınlığın yüzde 95’e tahakküm ederek oligarşik egemenliklerini devam ettirme çabasıdır.
***
Defaatle yazdık, Türk
Milleti geçmişte de, bugün de hiçbir şekilde din ve
inanç farklılıklarından dolayı ayırımcı olmamıştır. Türkler, Hıristiyan misyonerliğini ve Haçlı şiddetini uygulasaydı, bugün Avrupa’nın yarısından fazlası
Müslüman ve Türk olurdu.
Osmanlı Millet Sistemi, bir bakıma Pax Ottomana ruhu içerisinde seküler, hattâ lâik bir uygulamanın göstergesidir. Binlerce yıllık
Türk tarihi çerçevesinde, dinî inanç farklılıklarına daima hoşgörüyle bakılmıştır. Hâlen tezahürleri görülen Şiî fanatizmi ile Türklerdeki İslâm anlayışının hiç alâkası yoktur. Kısaca, Türkiye’de her dönemde ‘din ve vicdan hürriyeti’ olmuştur. Sadece lâikçiler bu hürriyet üzerinde
baskı kurmuşlar ve lâisizmi âdeta ayrı bir dinmiş gibi dayatmışlardır.
Türklerin İslâmiyeti kabulünden sonra kurdukları devletlerde, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda, bilinenin ve iddia edilenin aksine, din işleriyl
e devlet işleri ayrıdır. Bu konuda kurulan bağ, şeklî olmaktan öte gitmemiş; özellikle 19. asırda ve 20. asrın başlarında meşihat makamı, Bâb-ı Âli’den ve Saray’dan ayrı tutulmuştur.
Cumhuriyet Dönemi’nde ise bu kurala sıkı sıkıya uyulmuştur.
Esasen, Türk Milleti’nin de, mâkûl bir sekülarizm şeklinde uygulanan, inançlarına ve yaşayışına müdahale etmeyen bir lâik anlayışına ve prensibine itirazı yoktur.
***
Lâkin, son dönemde Anayasa Mahkemesi’nin yanlış tarifleri ve yorumları, eski Cumhurbaşkanı Sezer’in lâiklik ve kamusal alan konusundaki tahdit edici yaklaşımları ve
Yargıtay Başsavcısı’nın AK Parti’yi
kapatma dâvası sırasında iddianamesine koyduğu hususlar, Türkiye’de jakoben bürokrasinin ve jüristokratik mercilerin lâiklik anlayışını, vatandaşın başının üzerine Demokles’in kılıcı gibi asmış ve lâikçiliği hürriyetleri ve inançları sınırlayan bir baskı aracı hâline getirmiştir.
Bu gidiş doğru bir gidiş değildir. Bu çatışmacı anlayışla
halk kitlelerinin huzuru bozulur ve
toplumdan yabancılaşmış yüzde 5’lik jakoben azınlığın karşısına dikilen millet iradesi sonunda galip gelir. Bu çatışmacı anlayışın sonu, TSK’daki
darbeci odakların provokasyonudur.
İşte bu sebepledir ki, Prof. Özbudun ve benzeri düşünürler bu dayatmadan bir çıkış yolu aramaktadırlar. Yoksa, yarım asırdan beri demokrasiyi ve lâikliği savunan bir bilim adamının lâikliğe karşı olması mümkün müdür?..