Rahmetli Ömer Lütfi Mete'nin serzenişiydi: "Fatih'in, Yavuz'un, Mustafa Kemal'in askerine
evet. Ama ben NATO askerlerini sevemiyorum."
Türkiye'nin NATO üyesi olmasından sonra gelen
darbelere ince yollu bir göndermeydi bu serzeniş; NATO'da görev yapan askerlerimize değil. Darbeye sebep teşkil eden olaylar dizini, askerlerin el koyması ve darbe sonrası dizayn ile NATO hedefleri arasındaki bağlantı kafasını bozuyordu Ömer Lütfi Bey'in.
Sadece onun mu? Elbette ki hayır. Birçok kimsenin aynı sebepten kafası bozuluyordu. Ama o tespitini böyle yapmıştı.
Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak üzere zaman ayarlı
bomba gibi çalıştırılan süreçler herkesin dikkatini çekiyordu. Kimi Sovyetleri görüyordu bu hadiselerin arkasında, kimi de
Amerika'yı. O gün için sağ-sol çatışmasıydı derdimiz. Dünya iki kutupluydu güya! Şimdi bir de devletler içre bir kutup çıktı ortaya. Adı küresel
sermaye. O zaman yok muydu bu üçüncü kutup? Elbette ki vardı. Ama Amerika ile özdeş ve onunla sınırlı görülüyordu. Acaba öyle miydi?
Sağ-sol çatışmasının kıyasıya yaşandığı günlerde öyle hadiseler meydana geldi ki, iki kutuplu dünya ile açıklanması çok zordu bu olayların. Mesela,
Maraş,
Çorum olayları gibi. Mesela, halkların kardeşliği türküleri söyleyenlerin kucağında büyüyen
PKK gibi... Sovyetlere karşı NATO zırhına bürünen Türkiye'de,
Alevi-
Sünni ve Türk-
Kürt çatışmasının tohumları atılıyordu! 12
Eylül 1980'de ordu yönetime el koydu ve güya ortalık duruldu.
Doksanlı yıllara geldiğimizde Alevi-Sünni çatışmasının tohumlarına önce
Madımak-
Başbağlar suyu verildi, ardından bir kahvenin taranmasıyla başlayan
Gazi olayları geldi.
Özal hükümetinin başı o günlerde gemi azıya almış giden PKK ile fazlasıyla ağrıyordu. Bu arada adı duyulmamış örgütlerin sakallı mensupları üzerinde kalan birtakım
cinayetler çatışmaların finalini hazırlıyordu: Laik-antilaik çatışması.
Kürtler açısından PKK laik,
Hizbullah antilaikti mesela!
Özal hükümetinin bölgede inisiyatif almak ve Türkiye'yi bölgenin abisi durumuna yükseltmek isteğine, 33 eri öldürerek
cevap verildiği günden itibaren, insanımız
terörün azma sebebini iyice öğrendi aslında. Ortada şehitler ve kan olunca, kiminin
Tansu Çiller gibi şahinleşerek kaybedişini, kiminin de askerin güdümüne girerek selamet bulmaya çalışırken kaybedişini gördü. 28 Şubat'a maruz kalanlar gibi.
Ama şimdi öyle bir noktaya geldik ki, eski oyun kolay kolay tutmuyor. Ekopolitik tarafından gerçekleştirilen "Türkiye'nin büyük çatısı" toplantılarında kendi adıma net bir tablo gördüm. Kürtler, haklarını elde edebilmelerinin önündeki engel olarak PKK'yı görmeye başlamış. Birisi diyor ki, "Keşke BDP referandumu boykot etse de boykotlarının nasıl çöktüğünü hep birlikte görsek." Ve soruyorlar:
Öcalan yakalandıktan sonra, terör bitecekken, adaya gidip de Öcalan'a "Adamlarına söyle. Bir miktarı Türkiye'de kalsın. Hepsi sınır ötesine geçmesin." diyen asker kimdi? Bir miktarının Türkiye'de kalmasına askerin ne gibi bir ihtiyacı olabilirdi ki? Ve "Heron'u düşürün, çok kayıp veriyoruz" diyen asker kimin nesiydi?
Şimdi Türkiye, bölgesinde tavrını net olarak koyuyor. Dağlıca'dan, Aktütün'den başlayan terörün garip tırmanışı, Hantepe'de Heronların sağladığı "Canlı yayında nasıl
baskın yedik" utancına bürünüp, Hatay'da işin içine
JİTEM gibi artık unutmaya başladığımız tiplerin bulaştığını gösteren emarelerle toplumu kemirmeye başlıyor.
Zaten insanlar, teröre karşı canını ortaya koyan kahraman askerlerimizin duyguları ile "Heron'u düşürün" diyen asker kılıklı kimse, işte onun farkını çözemediği için ebkem oluyor. Tasarım profesyonel ötesi ve olaylar içinden çıkılamayacak kadar karmaşık!
Ama ilk defa tablo bu kadar netleşti. Adalet, neşterini yaranın tam köküne vurdu. Kendi adıma
itiraf edeyim. Bugün başlayan askerî şûra sonucunda Cumhurbaşkanı'ndan, Başbakan'dan ve
Genelkurmay Başkanı'ndan, darbeye, cuntaya bulaşmışların önünü keserek, rahmetli Mete'nin dediği gibi, NATO'nun değil, Fatih'in, Yavuz'un ve Mustafa Kemal'in askerini bize göstermelerini istiyorum. Bence şûranın tarihîliğinin anlamı bu. Korkulması istenen değil, güvenilecek askeri bulmak...