Gözler
Anayasa Mahkemesi'ne çevrilmiş durumda.
Seyfi Oktay'dan
Fulya Hanım'a uzayan ilişkiler,
mahkemenin üstünde gri bulutlar gibi dolanıyor. Seyfi Oktay'dan HSYK'nın başında bulunan
Kadir Özbek'e de bir hat gidiyor.
Aynı şekilde bir hat da Av. Tülay Bekar üzerinden
Ergenekon Mahkemesi Başkanı Köksal Şengün'e uzanıyor. Örgütlü ilişkiler açısından bakılınca Seyfi Bey ilişkinin merkezinde yer alıyor. Örgüt ilişkileri, devletin bütün organlarında mevcut ise Seyfi Bey yargı ayağının önemli kişilerinden biridir.
Yargıtay üye seçimlerini takip ediyor, AYM'nin temayüllerini
kontrol ediyor ve Ergenekon
davasının Mahkeme Başkanı ile temaslarını sürdürüyor.
Ergenekon diye bir dava olmasaydı, bütün bu bağlantılar, yıllarca yargı mekanizmalarında çalışmış ve sonunda
Adalet Bakanlığı görevini üstlenmiş bir kişinin normal ilişkileri olarak görülebilirdi. Ama Mehmet Moğultay'ın o meşhur konuşması, Seyfi Bey'in bugünlerde ortaya çıkan ilişkilerinin manasını teke indiriyor. Sayın Moğultay, Seyfi Bey ve kendisinin bakanlığı döneminde kadrolaşmak için alınan binlerce kişiden bahsetmişti. Şimdi o kişiler
Yargıtay,
Danıştay ve AYM gibi yargının yüksek kademelerine seçilebilecek kıdeme ulaştılar. Sayın Oktay da kendi döneminde hızlandırılan süreci takibe devam ediyor. Bu arada, son günlerde
PKK üzerinden terörü tırmandıranların,
örgüt içindeki
Alevi kanat olduğuna dair Osman Öcalan'ın açıklamaları geldi.
Normalde kıyametler koparması gereken böyle bir açıklama sessizce geçip gitti. Çünkü Ergenekon davasında ortaya çıkan ilişki ağları gösterdi ki, derin yapılanmalar sadece bir grupla sınırlı olmuyor. Aksine her grubun ve etnik yapının içinde yer alarak o yapıları kontrol etmek ve yönlendirmek istiyor. Bunun için gerekirse bir taraftan vuruyor, diğer taraftan da seviyor.
Madımak ve
Gazi olayları ile Sayın Oktay ve Moğultay'ın bakanlığındaki kadrolaşmanın aynı dönemlere denk gelmesi tesadüf değil. Aynı kapıları, devletin diğer kurumlarında da Alevilere açanlar Madımak ve
Gazi olayları ile ciğeri dağlanan aynı Alevi kitlenin, meydanlarda "Kahrolsun şeriat", "
Türkiye İran olmayacak" sloganlarını dinlerken kim bilir ne keyifler almıştır. Türkiye'yi, dindarlaşma karşısında
Alevilikle sigortalama fikrinin mucitleri, Madımak'ta yanan insan cesetlerini seyrederken, kahvelerini keyifle höpürdetecek kadar profesyonellerden oluşuyordur. Birçok garibanı da fail olarak içeri tıktıracak kadar profesyonel!
Bugün PKK terörü ile hükümeti sarsmak isteyenlerin, Alevilerden de farklı bir beklenti içine girdikleri gözleniyor. Ama millet bu yaşananlardan çok şey öğrendi. Alevilik üzerine araştırmalar yapan bir Alevi tarihçi, verdiği konferansın sonunu şöyle bağladı: "Alevi kadrolaşma diye bir şey yok. Aleviliği temsilen meydanlarda dolaşan örgütlerin de Alevi halkı temsil ettiği yok. O örgütler derin yapılanmaların eseridir."
Yaşanan olaylar vicdanları uyarmaya başladı. Alevilerin içinden de, Kürtlerin içinden de, dindarların içinden de farklı seslerin çıkabileceği günler geliyor belki de... Bölenlere, çarpıştırarak, kapıştırarak yönetenlere karşı bir
cevap gibi, milletin zaten öz hakkı olan devlet imkânlarını ulufe gibi dağıtarak, bir kesimi imtiyazlı hale getirip, diğerlerini onlara düşman edenlere karşı insanca doğruluş gibi bir şey bu...
İnsanlık her türlü etnik ve dini anlayışı kapsıyor. Her insanda var olan vicdan, kalplerimizi Hakk'ın sesine ve soluğuna
bağlama görevini üstleniyor. Ahirete inanmadığı halde dünyasını feda edecek kadar haksızlık karşısında dikilenler, Ergenekon ve
Balyoz gibi örgütlü faaliyetlere karşı dimdik duranlar vicdanın ne demek olduğunu gösteriyor bizlere. Bir de o vicdanın bam telini titreştirene ulaşabilsek! O vüsatten bakabilsek! Belki de bu olayları vicdan kahramanlarını ortaya çıkartan nisan yağmurları gibi görmeye başlayacağız.