Daha dün, parti binası çöp kamyonlarıyla kuşatıldığında
Baykal'ın seçmeninden ses çıkmamıştı. Ama şimdi "Senin için ölürüz." ya da "Sensiz
cennet bile
sürgün sayılır." türünden eylemler yapılıyor.
Gençler
ölüm orucuna başlıyor. Baykal siyasete dönmezse güya bu gençler kapısının önünde canlarını feda edecekler!
Baykal şimdi bu manzaraya nasıl dayansın? İnsanın yüreği taş olsa erir. Fidan gibi gençler canlarını hiçe sayıyor onun için!
Her şeyin bir anlaşılabilir oranı var. Orayı aştığı takdirde anlaşılmaz, manasız bir şey çıkıyor ortaya. Hatta zararlı olmaya başlıyor. "Deva hadden geçerse dert getirir öldürür" sözünde olduğu gibi tam tersi neticeler veriyor.
Şimdi herkes biliyor ki, Baykal genel başkanlığa dönecek. Öyle gıyabında seçilme filan değil, bence kurultaya bizzat katılarak kendisini tekrar seçtirecek. Bu işi başkasının eline bırakarak şansını deneyecektir. Seyrettiklerimizin tamamı,
yasak ilişki depremini savabilmek için yoğunlaştırılarak iki haftaya sıkıştırılmış kampanyalar.
Bir mecliste konu Baykal'dan açılınca, Erdoğan Ağabey,
Mısır Devlet Başkanı Nâsır'ın ilginç hikâyesini anlattı. Ortadoğu'da kopan Nâsır fırtınası, Arap kuvvetlerinin
İsrail karşısında yenilmesiyle çöker. Nâsır
psikolojik olarak yıkılmıştır. Çaresizlik içinde Tito'yu arar ve iki kelime söyler: "Tamamen bittim!"
Tito, "Bak yoldaş!" diye başlar ve sözlerine şöyle devam eder: "Sen bilirsin ama söyleyeceklerimi bir dinle. Nasıl bilirsen öyle yap."
Bu girişten sonra tavsiyeler gelir: Önce sokakları ayarla. Sonra acıklı bir konuşma metni hazırla ve
radyoya çık. Yapabilirsen ağlayarak, olmazsa üzgün bir ses tonu ile özür dile. Bütün sorumluluğu üzerine al ve
istifa edeceğini açıkla. Daha konuşman bitmeden, sokaklar harekete geçirilsin. Ayarlanmış
halk "Bizi kimlere bırakıp da gidiyorsun?" çığlıkları atsın.
Nâsır, yoldaşının nasihatini dinler ve tam da dediği gibi bir radyo konuşması yapar. Ardından ayarlanmış sokaklardaki, "ayarlanmış halkın" yoğun talebine karşı koymaya gönlü el vermediğinden, devlet başkanlığını kabul etmek zorunda kalır! Başlattığı maceranın hazin sonu üzerine hiçbir bedel ödemeden
iktidar koltuğunu kurar. Sanki o yaşanan yenilgi değil de büyük bir zafermiş gibi... Nâsır da o zaferin kahraman mimarıymış gibi...
İktidar oyununun kuralları bellidir. Koltuğu elde edebilmenin de çeşitli yolları vardır. Elde ettikten sonra orada kalabilmenin de çeşitli yolları vardır. Topluma şok yaşatan bir skandalın başrolünde yer aldıktan sonra yeniden koltuğa oturabilmenin de çeşitli yolları vardır. Yılların politikacısı olarak Baykal'ın bunları öğrenmek için bir Tito bulmaya ihtiyacı da yoktur.
Nâsır, Arap Fatihi olma yolunda atıldığı maceranın hazin sonuna rağmen koltuğa oturmayı başardı ama kendi vicdanının sesini kesebildi mi acaba? Eğer onu da yapabildiyse Nâsır'ın başına gelenden daha kötüsü kimin başına gelmiş olabilir ki? Vicdansız bir insan heykeli haline gelmekten daha kötüsü var mı?
Baykal gidemez. Vicdanının sesine rağmen gidemez. Çünkü
Ergenekon ve
Erzincan davalarıyla
CHP Genel Merkezi bir vücudun azaları gibi bütünleşti. Bürokratik iktidarın
yüksek yargı kanadının,
Cihaner ve Dursun Çiçek'i kurtarabilmek için hukuku feda etmekten çekinmediği gibi Baykal da onuruna rağmen genel başkanlığa dönmek zorundadır. Çünkü ortada bir başka irade var ve bu irade bürokratik iktidarın ortağı olabilmek için zamanında baş eğmiş olanların hepsini Nâsırlaştırıyor. Şimdi sıra
Anayasa Mahkemesi'nin üyelerine geldi. Bürokratik iktidarı millî iradeden koruma görevi onların omuzuna konuldu. Şimdi gözler onların üzerinde...