DOBRA dobra konuşacağım,
bedelli askerlik konusunda net bir fikrim yok!
Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem
bıyık hesabı, soruyu kendi kendime sorduğum takdirde ne mutlak bir “
evet”, ne de kesin bir “hayır” cevabı verebiliyorum. Neden mi?
ŞUNDAN ki, tarihi süreç içinde düşünülürse zorunlu askerlik demokratik bir atılımdır.
Kısmi bir yurttaş eşitliği sağlamıştır. Esas itibariyle de 1789
Devrimi’nin uzantısıdır.
Vakıa doğru, söz konusu Devrim öncesi
Berlin’e giden ve aslında ilk kez 2. Frederic ’in başlattığı uygulamayı gören
Fransız yazar ve diplomat Mirabeau Prusya krallığı için, “orası ordusu olan bir devlet değil, devleti olan bir ordu” cümlesini telaffuz etmiştir.
Fakat yine de genel tertip
sisteminin giderek evrenselleşmesi, İhtilâl-i Kebir’in 1798’ de kurumsal kıldığı “cumhuriyetçi kuvvet” yasası ertesinde gerçekleşmiştir.
Buradan itibaren de “asker ocağı” gerek toplumsal ayrıcalıkları asgariye indirmek, gerekse ulus-devleti pekiştirmek açısından bir “eşitleme - harmanlama” işlevi yüklenmiştir.
Nitekim haniyse dün denilecek bir tarihte, yani 1. Harp’te, tek kelime Voltaire lisanı bilmeyen Oksitanlar, Brötonlar, Korsikalılar falan Fransızcayı siperlerde öğrenmişlerdir.
Zaten biz de
modern orduyu bu Fransa’nın ve o Prusya’nın peşinden giderek inşa ettik.
ÖYLE, çünkü 3. Selim ve 2. Mahmut reformlarıyla birlikte önce hem meslekten asker yetiştiren Yeniçeri, hem de
toprak mülkiyeti temelinde işleyen Tımarlı sistemlerinin yerine Nizâm-ı Cedid’e geçilmesi; ardından da tedrici biçimde düzenli ordunun kurulması, söz konusu Devrim’in “manevi”, Berlin’in de “maddi” etki ve desteğiyle mümkün oldu.
İlk sahra topçusu eğitmenlerimiz Fransız, ilk topografya haritacılarımız ise Prusyalıdır.
Hatta “enveriye” serpuşlarını bile aynı Prusya’dan
ithal garnizon terzileri
icat etmiştir.
Özetlersek, Türk –
Osmanlı modernleşmesinin pratik ve ideolojik kökeninde ordu; ordunun kökeninde ise yarı aydınlanmacı, yarı militarist bir
Paris – Berlin karışımı vardır.
ANCAK “asker millet” hamasetine ve davullu zurnalı uğurlamalara bakarak yukarıdaki geçişin
gönüllü biçimde benimsendiğini sanmak yanılgısına düşmeyelim.
Aksine, daha ilk andan itibaren yeni sistem mesafeyle karşılandı. Sabanı sürecek kolun yokluğu ve sefere gidecek neferin akıbeti her kesimde büyük kaygılara yol açtı.
Türküdeki “Kışlanın önünde çalınır sazlar / Ayağım yalınayak, yüreğim sızlar / Yemen’e gidene ağlasın kızlar” güftesi de söz konusu kaygının en somut ifadesidir.
Artı, tertip kaçaklarının Erkân-ı Harbiye için daima çok ciddi sorun oluşturduğu ve 1.
Savaş sırasında Anadolu’nun bunlarla dolup taştığı da diğer bir vakıadır.
Fakat hem iktisadi, hem beşeri boyut taşıyan bu olgu sırf bize özgü değildir.
“Genel askerlik” kuralının yerleşiklik kazandığı her yerde yaşanmıştır.
İMDİİ, tüm bunlara ve Dersaadet rediflileriyle gayr-ı Müslim bedellilere uygulanan ayrıcalığa rağmen yukarıdaki gelişmenin hayati bir sıçrama oluşturduğunu görmek gerekiyor.
Yani, tebaadan yurttaşa dönüşümde “asker ocağı”nın oynadığı rol asla su götürmez.
Üstelik
subay kariyerinin geniş bir yelpazeye açık olması son İmparatorluk ve ilk
Cumhuriyet dönemlerindeki “toplumsal geçişkenliği” kolaylaştırıcı bir unsur oluşturmuştur.
Artı, aynı ilk Cumhuriyet sürecinde aynı “asker ocağı” tıpkı Fransa’daki gibi,
Türkçe öğretmekten elifba yazmaya ulus-devletin “eşitleme – harmanlama” rolünü üstlenmiştir.
Ancaak, yukarıdaki tüm olumluluklara amenna da bugün durum hepten değişmiştir.
O halde bedelli askerliğe ilişkin soruyu da “yeni hayat – yeni dünya” ekseninde tekrar sormak gerekmektedir ki, cevabın bu boyutunu cumartesi günkü yazımda arayacağım.