Sizi bilmem ama
ülke bir çeşit
seçim sath-ı mailine girdikçe liderlerden yükselen sesler rahatsız ediyor beni. Kalabalık kitleler önünde söylenen sözlerden gidersek, halkı, cahil, ancak
kahve sohbetlerinde söylenebilecek sözlere uygun gören bir anlayış var bu seslerde.
Yok “Recep Efendi”ymiş, yok “Memur Kemal”miş. Yok babası şunu dermiş yok bunu dermiş. Yok
işçi emeklisiymiş, yok memur emeklisiymiş.
Bu atışmaların seviyesi aslında bu liderlerin
Türkiye toplumunun seviyesiyle ilgili önyargılarına da karşılık düşmüyor mu sizce? Yani bu millet
köylüdür, cahildir ancak bu türden konuşmaları anlar gibisinden. Hele hele kasket takmalar, şive değiştirmeler vs.
Eğer böyleyse nasıl toplam nüfusumuz içinde kırsal bölgelerde yaşayan nüfus azalmaktaysa belki bu türden
siyasetçiler de zamanla azalacaklar. Hatta kim bilir belki de bu son seçim olacak onlar için.
Siyaset, farklı görüşler arasında etkileşimle insanları belirli bir fikre yöneltmek olarak tanımlanabilir. Yani insanları ikna etmek, ikna ederek onları belirli bir yöne yöneltmek.
İyi siyasetle kötü siyaset arasındaki fark da siyasetçilerin bunu nasıl yaptıklarıyla ilgili bence. Hoyratça, insanları ite
kaka mı yapıyorlar, yoksa belirli bir yumuşaklıkla, konuşarak tartışarak mı yapıyorlar.
Doğrusu bu ülkede siyaset hep hoyratça yapılan bir şey olmuş. Siyaset eliti genellikle neyin doğru olduğunu bildiğinden kimseye danışmak ihtiyacı da duymamış. Köprü mü yapılacak,
baraj mı?
Karadeniz sahil yolu mu,
tünel mi, metro mu? Her hükümette nasılsa bu konulardan anlayan üç beş milletvekili, bir iki
bakan bulunur. Sonrası ise malûm. Gelsin kararlar, gitsin kararnameler!
Şimdi ise siyasetçiler bu topluma bir şey soruyorlar. Anayasa’nın bazı maddelerinin değiştirilmesine ilişkin. Ama gördüğünüz gibi kimsenin bu maddelerle bir ilgisi de yok gibi. Kimse bu maddelerin ne anlama geldiği üzerine konuşmuyor. Konuşsa bile medyanın ilgisini çekmiyor. Medyanın ilgisini çekmeyince de kimse neyin değiştirileceğini anlayamıyor.
Ne kalıyor geriye? Tayyip Erdoğan’ın işçi emeklisi mi, memur emeklisi mi olduğu. Ya da Kılıçdaroğlu’nun babası hayatta olsaydı oğluna öyle mi derdi böyle mi derdi konusu.
Yani siyasetçiler yine hoyratça, ite kaka bir yöne doğru savuruyorlar toplumu. Toplum adına neyin doğru olduğunu birlikte bulmaya çalışmak yerine doğruları bilen üstün-insanlar olarak yine onlar adına neyin doğru olduğuna işaret ediyorlar. “Evet “deyin diyorlar ya da “
Hayır” ya da sandığa gitmeyin, “boykot” edin diyorlar.
Bunları hak ediyor muyuz derseniz benim duygum malûm. Yazıdan da çıkarabilirsiniz bunu. Hemen her gün “değişim” diyen bu insanların toplumun da değiştiğini anlamaları, ona göre siyaset kurgulamaları gerekirken, hâlâ bir köylü toplumuymuşuz gibi davranmalarını nasıl onaylayabiliriz ki?
Ama bütün bunların ötesinde toplumdaki değişim ihtiyacı insanları önemli bir noktaya doğru sürüklüyor. Sürüklerken de onları değiştiriyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemin siyasetinin böyle hamasi, köylülük üzerinden bir siyaset olması mümkün değil.
Bu çerçeve içinde sol ve demokrat bir siyasetin, toplumu ciddiye alan, onunla konuşan, onunla birlikte doğruyu bulmaya çalışan bir anlayışla önümüzdeki dönemin siyasetinde söz sahibi olacağı açık. O nedenle de bugün solun içinde EDP, DSİP gibi partilerle, bir yığın bağımsız bireyin referandumda izleyeceği siyasetin temel özelliği “Evet” ama diyerek, toplumla “
evet”in ve “hayır”ın anlamını konuşmak olmalıdır.
Konuşulmayan, konuşmak yerine “kasket”li, “memur”lu, “kefen bezli” lider atışmaları dinletilen toplumla sol, mesela HSKY’nin meslekle ilgili kararlarına yargı yolunun açılmasının anlamını tartışmalıdır.
Savcı Ferhat Sarıkaya’nın olayı gibi bir olayın bir daha yaşanmamasının anlamını konuşmalıdır.
Onlar bunu anlayacaklardır...