Çocuktum,
İstiklal Caddesi’nin ünlü
Kitap Sarayı’na gidip gelirdim ama onun işlettiğini bilemezdim tabii, sonra tam bizim okulun,
Galatasaray’ın karşısında
küçük bir yer açtı: Sander Kitabevi. Hemen yanında, iç çamaşırı satan
Viyana Modası...
Kadın donu ve kitap, o zamanın biz yeniyetme aydın adayları için müthiş bir çekim alanı!
Yüreğim küt küt atardı kapısından girerken... Sonra işi büyüttü, Osmanbey’de daha büyük bir şube açtı, daha doğrusu şube merkeze, merkez şubeye dönüştü.
Bizim yüreğimizi küt küt attıran şeylere de, kitapların yanısıra, Bayan Semra’nın kalçaları eklendi. (Sorun
Hilmi Yavuz’a, anlatsın.)
Şimdi yerinde çantacı mı, ayakkabıcı mı, her ne karın ağrısıysa bir şeyler var... Bir ara Yeni Komedi Tiyatrosu’na dönüşen koskoca İpek Sineması’nın konfeksiyon mağazası yapılması gibi... Yürü ulan
İstanbul, bunun ayıbı sana yeter.
Bir de ünlü Hachette Kitabevi vardı Tünel’de, onun hemen yakınında küçücük “Frenç-
Amerikan Kitabevi”ni saymazsak,
yabancı dilde kitap satan başka bir yer de yoktu. Ünlü “Kohen Hemşireler” falan, savaş yıllarında kalmışlardı.
Bir
gazete yazısından çok benim eski kitaplarıma yakışacak böyle bir “girizgâha” neden gerek gördüm?
Çünkü o zamanlar solcular arasında “milli demokratik devrim” modası patlak vermişti (sorun Mihri Belli’ye, anlatsın), ve de ağabeylerimiz bizi uyarıyorlardı: “Fransızca kitap alacaksanız, Hachette’den değil, Sander’den alın! Emperyalistler para kazanacaklarına, milli burjuva kazansın!”
Kızardık:
Türkiye, milli demokratik devrimini
Atatürk zamanında yapmamış mıydı canım?
Haklı oldukları bir yan vardı: Türkiye milli devrimini yapmasına yapmıştı ama, bunun demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi yoktu.
Günümüzde de solcular “sosyalizm uyduramadık Kemalizm verelim” kafasında gidiyorlar.
Kemalizm, ya da isterseniz “
İnönü Atatürkçülüğü” diyelim, solun anasını ağlattı.
Osmanlı’nın son yıllarında mis gibi varolan sendikalar da, sosyalist partiler de, komünist partiler de tek parti diktası döneminde kapatıldılar. Örgütlenme hakkı da,
grev hakkı da ortadan kaldırıldılar. İstanbul
tramvay işçileri ya da tersane işçileri, yabancı orduların işgali altında bile grev yapmışlardı ama cumhuriyette yapamıyorlardı!
Başta Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, şu bu olmak üzere hemen bütün solcu aydınları hapislerde sürüm sürüm süründürenler de tek parti yöneticileri oldular, savaştan sonra yeniden filizlenmeye koyulan sol partileri, gazeteleri kapatanlar da,
matbaa bastırıp yıktıranlar da!...
Şimdi bu solun mirasçısı olmakla övünenlerin tek partici kesilmelerine ben kıçımla gülerim. “Hem Kemalist hem Marksist” olunabileceğini sanıyorlar.
Onun için de öldür
Allah oyları toplasan toplasan yüzde üçü geçemiyor.
Madem eskilerden laf açıldı, bilgi yarışması yapayım, bilene bir sıkımlık diş macunu vereyim. (Gençler bu espriyi de bilmezler, İstanbul Radyosu’nun ünlü İpana On Bir Soru Bilgi Yarışması üzerine üretilmiş bir gırgırdır. Bu dediğim ne zamanın bir işleri? Kırk ile elli yıl öncesinin bir işleri.)
Soru şu: 1968 yılında,
Demirel ile anlaşıp,
seçim kanunundan “milli bakiye” (ulusal artık) sistemini kaldıran, böylece mecliste on beş milletvekiliyle olsun temsil edilmeyi başarmış Türkiye
İşçi Partisi’nin bir daha meclise girebilmesini önleyen, solcu
gençliği derin bir umutsuzluğa iten, “bu iş parlamenter sistemle olmuyor
arkadaş” dedirterek onun sokağa dökülmesine, daha sonra “serseriler, haytalar” şeklinde
hakaret edeceği gençlerin eylemlere başlamasına yol açan “solcu lider” kimdir?
Tüyo mu istiyorsunuz? İki oğlu vardı, Ömer ile
Erdal, bir kızı var, Özden. Damadı vardı, Metin. Genel sekreteri vardı, Bülent.
Bulamazsanız Hıncal’a sorun, o sever.
“
Arslan Amca’sına” da 1944 yılında rahmetli babam işkence yaptırmıştı herhal...