Apaçık bir
manzara var karşımızda:
Yargı ile yasama arasında büyük bir
kriz yaşanıyor ve bu durum kamu vicdanını sızlatıyor.
Siyasetin kendi tıkanıklığı öteden beri bilinen bir gerçek. Siyasi Partiler Yasası'ndan başlamak gerekiyor siyasi reformlara... Yargının dar bir alana sıkıştığına, bir siyasi parti gibi davrandığına,
Meclis'in inisiyatifini "
gasp ettiği"ne dair ağır eleştiriler yaygınlık kazandı. İmaj vahim. Adalet duygusunun yeniden yeşertilmesi şart! Köklü bir yargı
reformuna ihtiyaç duyulduğuna şüphe yok. Belki de yargının yargı üzerine getirdiği reform taleplerine öncelikle bakmak gerekiyor.
Anayasa Mahkemesi (AYM) eski Başkanı Mustafa Bumin döneminde hazırlanan
taslak önemli ayrıntıları barındırıyordu. Mesela
genel kurul ve iki daire halinde çalışmak üzere Yüksek Mahkeme'nin yeniden yapılandırılması
teklif ediliyordu. Üye sayısının 17'ye çıkarılması, 4 üyenin bizzat Meclis tarafından seçilmesi, cumhurbaşkanının 2 üye ataması öneriliyordu. Bumin'in dile getirdiği değişiklik teklifleri, sonraki AYM Başkanı Tülay Tuğcu'dan da
destek buldu. Hatta başkan vekilliği yaptığı dönemde
Haşim Kılıç, Yüksek Mahkemelere
üye seçimi konusunda bir araştırma yapmış ve
Türkiye ile Rusya'nın dışında bütün ülkelerde parlamentoların
Anayasa Mahkemesi'ne üye seçtiğini belirlemişti. Daha ötesi de var: AYM'nin 46. kuruluş yıldönümünde bir konuşma yapan Kılıç, Yüksek Mahkeme'nin oluşumu sırasında Meclis'in devre dışı bırakılmasının demokratik meşruiyet sorunu haline geldiğini söylemiş ve egemenlik yetkisini kullanan Mahkeme'nin millet iradesi ile bağının kopmaması gerektiğini vurgulamıştı. Doğru olan da budur.
Zaten Kılıç'ın başkan vekilliği döneminde hazırlanan
raporda "
Almanya,
Belçika,
Polonya,
Macaristan ve Moğolistan'da Anayasa Mahkemesi üyelerinin parlamento tarafından seçildiği,
Fransa,
İtalya,
İspanya,
Portekiz gibi ülkelerde de karma sistemin takip edildiği söyleniyordu. Portekiz'de 13 üyenin 10'u, İspanya'da 12 üyenin 8'i, İtalya'da üyelerden üçte biri parlamentodan geliyordu. Böylelikle dünyada yargı denetiminin halktan kopmasının, bambaşka bir otorite haline gelip millet iradesine ipotek koymasının önüne geçiliyordu.
Yargı reformu güçlü bir toplumsal talepti; ancak siyasetin
küçük tartışmaları arasında hep ötelendi. Son krizlerde görüldü ki o ihtiyaç daha şiddetli bir şekilde talep haline geldi. Er ya da geç Türkiye "yargıçlar devleti" diye anılan, jüristokrasi diye yerden yere vurulan tehlikeli
imajdan kurtulmak zorunda. Tam da bu noktada Türkiye, geriye dönmek yeni anayasa tekliflerini ve
yargı reformu paketlerini raflardan çıkarıp doğru zamanda doğru hamleyi yapmak mecburiyetinde.
Türkiye
Barolar Birliği'nin 2001'de hazırladığı anayasa taslağında AYM'nin üye sayısı 21'e çıkarılıyordu mesela. O teklifte Meclis'in seçeceği üye sayısı 7 olarak gösteriliyordu.
TÜSİAD iki sene önce yargı reformu üzerine bir rapor hazırlatmış ve bunu kamuoyuyla paylaşmıştı.
Reform talebiyle öne çıkan raporda askerî yargı ve
Askerî Yüksek İdare Mahkemesi maddelerinin yürürlükten kaldırılması teklif ediliyordu.
Kopenhag Kriterleri'nin yargıyla uyum göstermesi üzerinde duruluyordu...
"Bir öneriyi aynen alalım ve reformu onun üzerine kuralım" diyen yok. Katılımcı ve çoğulcu değişikliğe ihtiyaç olduğu kesin zaten. Ne yazık ki AYM kararları nedeniyle Türkiye büyük bir tıkanıklık yaşıyor. Dünyaya rezil olmamız bir yana; halkın vicdanında derin yaralar açılıyor. Salı günü yapılan parti grup toplantılarının konusu AYM'nin kararıydı. Bir
mahkeme bu kadar dile düşer mi, kendini bu kadar tartışılır hale getirir mi? İş bu noktaya geldiğinde
adalet duygusu yerle bir olmaz mı?
CHP liderinin AYM kararlarını önceden biliyormuşçasına ve ahkâm kesercesine konuşması AYM'yi daha da tartışılır hale getiriyor. Durum vahim! Yargı, üzerine iyice yapışan negatif imajından bir an önce kurtulmalı; "bağımsız yargı" kadar "tarafsız yargı" konusunda da güven telkin etmeli. Vaktiyle yaptıkları önerilere
kulak vermeleri bile iyi bir başlangıç sayılır.