"Kendini bilen Rabb'ini bilir" gerçeğinden uzaklaştıkça kendinden uzaklaşır insan; sonra kendini bilmeyen Rabbini bilmez hakikatiyle yüz yüze gelir. Haddini aşar beşer; aczini, fakrını unutuverir.
Sadece unutsa neyse; tevehhümlere kapılır ve kendinde olmayan güçlerin varlığıyla övünür. Gurur tekebbüre dönüştükçe "vahid-i kıyasi hükmünde" kendine bahşedilen ego, vehimle gerçeği birbirine karıştırır ve insan kendine bahşedilen nimetlerin altında ezilir. Kendisine tevdi edilen emanetlerin aslî sahibi gibi bir zaman sonra dizginlenemeyen bir arzuyla hükmetme şehvetine kapılır. Megalomaninin
tavan yaptığı bir hezeyan noktasıdır bu. Aşırı benlik duygusu öyle belirleyici bir hal almıştır ki, her şeyi ve herkesi
kontrol etme arzusu içinde debelenir durur insanoğlu. Kendini Tanrı gibi hisseder ve bu vehmi güçlendirecek her türlü telkin ve tedbire başvurur.
Yeni bir hastalık değil Tanrılık kompleksi. Kökü çok eskilere dayanıyor. Mitoloji, Tanrı özentilerinin ve efsanelerin gurur savaşlarıyla doludur. Meselenin özünde fani bir varlığın kendini baki sanması olduğu için dinî kitaplarda uzun uzun anlatılır bu kompleks. Mesela Nemrut'la Hz. İbrahim karşılaştığında İbrahim Peygamber,
Allah'ın Yuhyî ve Yumît ismine dikkat çeker; yani hayatı veren de
ölümü veren de Allah'tır. Nemrut, bu gerçeği kabul etme yerine iki köleyi çağırtır ve birini öldürüp diğerini bağışlayarak "Ben de hayatı ve ölümü verenim" der. İbrahim Peygamber, misalini Nemrut'un vehimlerinin yetişemeyeceği bir ufka taşıyarak, "Benim Rabb'im güneşin doğudan doğmasına, batıdan batmasına hükmediyor; sen de batıdan doğur" der. Nemrut'un söyleyeceği bir şey kalmamıştır; ancak Tanrılık kompleksinden yakasını kurtaramaz ve "kazanma kuşağında kaybeder".
Kompleksin çağdaş yansımaları
Firavun başka bir tiptir Tanrılık sendromu açısından. Hükmetmek onu çılgına çevirmiş, hayatın aslî gerçeklerinden koparmıştır. Musa Peygamber'in anlattığı hakikatleri dinleme yerine kendi dar mantığıyla diyalektik geliştirir. Kur'an bu tüyler ürpertici manzarada Firavun'un söylediklerini Kasas Sûresi'nde şöyle naklediyor: "Ey Haman! Benim için bir ateş yakıp tuğla pişir de bana bir
kule yap. Belki Musa'nın ilahına çıkarım." Tanrılık kompleksi Firavun'un bütün dengelerini bozmuştur. Kalbini hükmetmenin azgınlığına o kadar kaptırmış ki Allah, Musa Peygamber'e, "Firavun'a git! Çünkü o çok azdı. De ki nasıl, arınmaya gönlün var mı?" Öyle yaptı Musa Aleyhisselam. Adamlarını etrafına toplayan
diktatör şöyle haykırıyordu: "Ben sizin en yüce Rabb'inizim" (Naziat Sûresi / 24 )
Tanrılık kompleksinin
Mukaddes kitabımızdaki örnekleri sadece siyasî
iktidar çerçevesinde verilmiyor. İnsanı çığırından çıkaran bütün zaaflar (tuhaftır ki o zaaflar üzerine kurgulanıyor
kibir ve enaniyet) misaller yoluyla temellendiriliyor. Mesela Karun. Zenginlik onun ruhunu fakirleştirmişti. Kendisine bahşedilen onca nimetin aslî sahibiymiş gibi ve o paha biçilmeyen mülke sonsuza kadar malikmiş gibi davrandı. "Ben kendi ilmimle kazandım" (Kasas/78) derken sadece kendi zenginliğinin altını çizmiyor, kendi iktisat bilgisini de vurgulayarak başka bir tekebbür karinesi buluyordu kendine...
Aslında Tanrılık kompleksinin çağdaş yansımaları üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Çünkü bahsi geçen kompleksin her boğumuna günümüzde kolayca rastlamak mümkün. Hatta bazı meslekler için bu riskin daha yüksek olduğunu düşünenler var. Yaptığı işlerle aşırı övünen; sonra bununla yetinmeyip daha öte övgüler peşinde koşan insanoğlu, kendini beğenmekle başlayıp kendine tapınmaya kadar uzayan dikenli bir yolda yürüyor çoğu kez. Mesela bazı sanatçılarda bu sendromun görüldüğünü, "Bir adam yaratmak"la başlayan tehlikeli maceranın bir zaman sonra pek çok şey yaratma vehmine kadar uzanabileceğini ileri sürmek zor değil. Hatta ruh terbiyesine dair tekâmül seyrinin
ihmal edilmesi oranında kendini yaratıcı gibi görmekle başlayan bir ruh bozukluğuna hükmetme hezeyanları da eklenebilir. Bu öngörüyü destekleyecek misaller azımsanmayacak kadar tutuyor çünkü.
Doktorlar için de aynı şey geçerli. İyi bir benlik analizi yapılmamışsa, varlığın gayesine dair ciddi bir tefekkür sancısı çekilmemişse vs., bir zaman sonra insan gerçek manasıyla kendini "hayatı devam ettiren" ya da "hayatı sona erdiren" gibi görebilir. Doğum ve ölüm arasında kurulmuş bir salıncakta med-cezir yaşayan hekim, şifanın kaynağına, hayatın manasına, ölümün sonrasına dair mütevazı bir yol bulamazsa vehimle gerçek, asılla gölgeyi birbirine karıştırabilir. Tanrılık kompleksinin en yoğun yaşandığı kişiler arasında
seri katillerin yer alması boşuna değildir. Aklî dengesi bozuk bir adam kaç
cinayet işlerse işlesin ona
seri katil denemez; çünkü bu menfur suçu işleyen seri katilin kendine mahsus metotları, törenleri, teknikleri vardır. Aniden öfkesine mağlup olup ölüm saçan bir insan da katildir ama seri katil değildir; çünkü seri katil kendine bir misyon belirler. Can alırken hissettiği gücün Tanrı'ya özenme olduğunu düşündüren ipuçları bırakır bu caniler.
Maskeli ego savaşçıları
Daha saymaya gerek yok. Pek çok meslek grubu Tanrılık kompleksine uygundur. Ölçü bir kere kaçmaya görsün; hükmetme güdüsü akla hayale gelmedik bahaneler kullanarak cinnete dönüşür. Siyasî
arena bu işe çok yatkındır mesela. Diktatörlüğün aslî mazereti hükmetme şehvetinin dur-
durak bilmeyen vehimleridir. İki dudak arasından çıkan bir kelimeyle insanların hayatına hükmedenlerin dengeyi korumaları sadece kalbî derinlikle temin edilemeyebilir. İnsanî ve vicdanî telkinlerin yanında sistematik kontrollerin yapılması, iktidarı paylaşmanın bir sisteme bağlanması gerekir. Demokrasi bu yüzden inandırıcıdır. Yetki paylaşımını ve denetlenme ihtiyacını giderecek yollar aradığı için
demokrasinin gerekliliğine inanmıştır insanlar. O özellik kaybolunca sorunlar başka noktalara kayabilir. Toplumu derinden etkileyebilecek her meslek bir şekilde denetlenebilir ve şeffaf bir yapıya kavuşturulmalıdır.
Yargı da öyle. Çünkü asıl hükmetmenin meşru kaynağı kanunlar çerçevesinde belli insanlara emanet edilmiştir. Emanet diyorum; çünkü bütün kararlar meşruiyetini kanunlardan alır. Bazen kanuna uygun olan, hukuka uygun sayılmayabilir.
Kamu vicdanı bambaşka bir mecrada kendine yol bulur. Ma'şeri vicdan hadiseye kitabî bakmaz;
halk, ne kanunlardan haberdardır; ne içtihatlardan. Düz bir mantıkla (aslında bir sezgiyle) hadiseleri kare kare inceler ve hükme varır; o hüküm bir zorlamaya ya da propagandaya teslim olmaz, kendine has bir sezgi vardır karşımızda.
Bunalımlı dönemlerde kitle
iletişim araçları önemli bir rol üstlenmiştir.
Medya bu kadar sorumluluğu taşıyabilir mi? Hem
evet hem hayır! Evet; çünkü kanunların kendine tanıdığı çerçeveye razı olur ve bağımsızlığını kimseye ipotek etmezse evet!
Hayır; çünkü medya kendi işleyiş tarzı itibarıyla Tanrı kompleksine
boyun eğmeye müsaittir. "Bir
manşet attım..." diye başlayan övünme çizgisinden "Biz istemeden bu memlekette hiçbir şey yapılamaz" iddiasına kadar uzanan bir tekebbür silsilesinin izlerini bulmak mümkün bu meslekte. "Vaktiyle her başbakanın telefonuna çıkmazdım" diyen bir medya patronunun iktidar oyunu (power game) üzerine söyleyeceği çok şey olmalı. Bir medya sahibinin kendini Tanrı gibi görmesine şaşmamak lazım mesela. İktidarları alaşağı etme etkisini ve iktidarlar ihdas etme
yetkisini kendinde bulan bir meslekte Tanrılık sendromu her an yaşanabilir. "Ben bu mevzuyu daha önce yazmıştım" diye başlayan basit atıflar, bir zaman sonra "Ben ne diyorsam o!" cümlesine dönüşebilir...
Biliyorum; bu yorucu yazıyı okurken "Nereden çıktı bu Tanrılık kompleksi" diye soruyorsunuz. İtiraf etmem gerekiyor ki Türkiye'de bugün egolar çarpışıyor. Bu çatışma maskelerle yapılıyor. Kimi zaman kutsanmış ideolojilerle; kimi zaman dokunulmaz kavramlarla icra ediliyor bu amansız ve anlamsız savaş. Bazen kişisel bir kavgaymış havası veriliyor, bazen de kurumsal kimliklerin arkasına saklanılıyor. İyi niyetli yaklaşımlara, kendini aşan açılımlara ihtiyaç duyuldukça pohpohlanmış eneler devreye giriyor ve hükmetme ihtirasıyla adeta Tanrıcılık oynanıyor. Ve maalesef bazı meslekler bu işe çok müsait. Siyasetçinin sınavı da, askerin imtihanı da, yargının kaderi de, medyanın geleceği de bu zor günleri başarıyla aşmasına bağlı. Tanrılık kompleksini bir kenara bırakarak asgari müşterekler bulmak, hayatı paylaşarak zenginleştirmek, farklılığı yükselme vesilesi yapmak varken; "Hükmeden benim!" diye dayatma yapmak bu ülkeyi uçurumun kenarına getirdi. Bu kritik noktada kavgayı körükleyen herkes ama herkes, tarihe kendi hakkında kötü bir not düşecek ve kamu vicdanında derin bir yara açacak yaralayacak.
Temel hak ve özgürlükler zemininde şeffaf bir yapı ve denetlenebilir bir çerçeve yakalamak, krizi her fırsatta dönüştürmenin biricik yolu. Bunu yapacak güç var bu ülkede; yeter ki kişisel ya da kurumsal kibir ve gururlar bir kenara bırakılabilsin...