Tartışmayı tetikleyen Alper Görmüş'ün "Büyük
Medyada
Ergenekon Haberciliği" adlı kitabı oldu. Eski
Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Görmüş, iki ciltlik kitabında güncel gelişmeleri mercek altına alıyor ve somut analizler yapıyor.
Kadim medyanın şuur altını doğru okumak için bu kitaba bakmak şart... Mehmet Ali
Birand, Alper Görmüş'ün bazı tespitlerine bir itirafla parantez açınca meselenin bam teline dokunmuş oldu. Birand diyor ki: 'Genlerimize, belki de farkına varmadan
darbecilik işlendi.' Bu cesur itirafı
destekleyen somut hatırlatmalar da yapıyor.
Aslında medyanın genlerindeki
darbecilik ilk defa keşfedilmiyor. Öteden beri herkesçe bilinen acı gerçek şu ki, bu ülkede gerçekleştirilen bütün askeri darbelerin arkasında hep medya desteği vardı. Üstelik her aşamada! Medya, kâh öncü kuvvet gibi çalışarak şartları darbe yapmaya hazır hale getirdi; kâh darbe sonrası yaptığı şakşakçı yayınlarla o hukuksuz eyleme meşruiyet kazandırdı.
Şimdi durum çok mu değişti? Medyanın kadim kısmını hesaba katacak olursanız, '
Hayır değişen bir şey yok!' demek zorundasınız. Zaten Alper Görmüş o yüzden
isyan ediyor ve Ergenekon medyası kavramını derinleştiriyor. Haklıdır da! Maalesef, 'Ergenekon medyası' adını hak edecek yayınlar yapan bir medyatik yapı var karşımızda. Onca hadiseden sonra bunu inkar etmek mümkün değil. Ve maalesef bu ülkede darbeci zihniyet hâlâ yaşıyor ve o zihniyetin değirmenine medyanın bir bölümü hâlâ su taşıyor.
Ergenekon davası,
Balyoz mahkemeleri,
faili meçhul cinayetler soruşturması,
Şemdinli baskını, Zirve cinayeti, kanlı
Danıştay saldırısı,
Hrant Dink cinayeti... Bu korkunç hadiseleri mercek altına alın; göreceksiniz ki bir yanda kaotik ortam oluşturmak için devletin emaneten verdiği gücü hukuksuz ve orantısız bir şekilde kullanan cuntacılar; öbür yanda kendilerini o karanlık yapıyı korumaya adamış ve bu uğurda yargı yollarını kapatmak için çırpınan medya mensupları.
Manzara gayet net. O vahim tabloyu teyit edecek, maalesef, yüzlerce vaka var. Belki bu saatten sonra hadiseleri tek tek masaya yatırmak yerine, medyadaki 'darbeci genler'in sebepleri üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü bu sebepler ortadan kalkmadıkça medyanın darbecilik illetinden kurtulması mümkün değil. Buraya birkaç sebebini not etmekte fayda görüyorum:
1 - SEÇKİN ZÜMRELER ADINA HALKI HOR GÖRMEK
Başladığı günden itibaren bizdeki basın, kendini seçkin elit ve üstün bir zümre olarak görmüş, 'cahil
halkı eğitme' gibi bir misyon üstlendiğini vehmetmiştir. Halkı sürü gibi gören bu zihniyet onun sandıkta doğru karar veremeyeceğini düşünmüş, kurtarıcı olarak da bir başka zümreyi vazifeli addetmiştir:
Askerler. Onları daima 'rejimin bekçisi' olarak gördüler. Çünkü daima 'rejim tehdit altında' idi ve bunun sorumlusu halkın bizzat kendisiydi. Sandıktan çıkan o mevhum 'tehdit'i yazıyla, çiziyle durduramayacağını düşünüyor, süngüden medet umuyordu. O vesayeti hâlâ arzulayanlar var; ancak görünen o ki ne Türkiye'de ne de dünyada anti demokratik hegemonyanın, silahların gölgesinde yaşatılmaya devam edilmesi asla düşünülemez...
2 - DİN İLE KAVGALI OLMAK, İNANÇLA SAVAŞMAK
Ne acıdır ki kendine 'merkez medya' adını veren bir yapı, öteden beri
inanç problemi yaşamıştır. Dini inanç bir yönüyle, tabii ki, ferdi bir tercihtir. Ancak kitle
iletişim araçlarını elinde tutan ve kendinde halkı yönlendirme hakkı görenler, din ile kavgalı olunca problem sosyal bir yara haline geliyor. Bizde medyanın malum kısmı, dini asli kaynaklarından bilmiyor; hatta bilmediğini de bilmiyor; daha kötüsü, bazen de bildiğini sanıyor. Halkın inancını geri kalmışlığın gerçek sebebi sayan; daha kötüsü halkın inancını rejim tehlikesi gibi gören medyanın süngüden medet umması kadar tabii bir şey olamaz. Anlama gayreti olmayanın dayatma arzusu olur.
İrtica haberlerinin yalanlar eşliğinde onlarca sene sürmesi dayatmanın darbeye dönüşmesi içindi. Bu yüzden hiçbir darbe yoktur ki ucu 'irtica tehlikesi'ne dayandırılmasın. Medya inançlarla barışmadıkça, en azından halkın ruhuna işlemiş kutsal kavramlara saygı duymadıkça darbe yandaşlığından yakasını kurt
aramaz...
3 - İDEOLOJİK KALIPLARIN DIŞINA ÇIKAMAMAK
Türk basını, inşa edilirken,
modernleşme ve Batılılaşma sürecinin bir parçası olarak sisteme iliştirilmiş oldu. Kimi zaman bu konularda öncü görevi de üstlendi. En azından kendini öyle hissetti. Toplum ve
siyaset mühendisliğine pek yatkın olan bu duygu ile ideolojik arayışlar içinde bulundu. Toplumun değerleri ile aydınların ideolojik tercihleri arasında büyük bir
uçurum oldu her zaman. Bu çatışmadan ürken aydınların büyük bir yekûnu, çareyi resmi ideolojiye sahip çıkmakta buldu. Resmi ideolojiye gönül verince, ya da sisteme bizzarure destek vermek zorunda olduğunu düşününce, silahlı kuvvetlerin gölgesine sığınmaktan başka çare kalmıyordu maalesef.
Müesses nizama karşı çıkarken bile bizdeki aydının gözü hep kışladaydı. İdeolojik duruş bakımından statükoya karşı çıkmak zorunda gözüken aydınımızın ulusalcılıktan reçete araması ideolojik yalnızlığı ve tabansızlığından dolayıdır. Gerçeği arama ve onu adaletle resmetme yerine, sistemi ne pahasına olursa olsun koruyarak kendi hakimiyetini sürdürme çabası medyanın gözlerini kör, kulaklarını sağır etti. Türk basını yeni bir
zihin açıklığı yaşamadıkça, demokrat görüntüsünün altında darbeciliğin yatması ve ondaki bu temel içgüdünün ilk fırsatta hortlayıp yeryüzüne çıkması kaçınılmaz...
4 - GÜCE BOYUN EĞMEK; HAKPEREST OLMAMAK
Aslında medya, modern bir hak arama vasıtasıdır. Mağdurların, mazlumların, gadre uğrayanların, hakkı
gasp edilenlerin sığınağıdır. Bu nedenle
sivil toplumun yanında olmak zorundadır; statükonun değil. Düşünce özgürlüğünün burçlarından yükselecek gür sadâ, bireyin özgürlüklerine tercüman olur v
e devletin gücünü
kontrol altında tutar. Yani mayası sivil toplumu işaretler; devletin zırhına bürünenleri değil. Ne var ki bizde medya kendine pozisyon seçerken hep güçlünün yanında yer aldı. En güçlü yapı devlet; devletin en güçlü birimi silahlı kuvvetlerdi. 'Ne olur ne olmaz başıma bir şey gelmesin' korkusuyla asker karşısında hazırol vaziyetinde kalemiyle
nöbet tutanlar olduğu gibi, onlara bizzat stratejik destek verenler de oldu. Darbelerin nasıl daha kolay yapılacağını askere telkin edenler, muhtemel darbe içinde ikballerini de parıltılı görüyordu. Asker-sivil ilişkisi sağlam bir zemine çekilmedikçe medyanın darbe bağımlılığı asla sona erdirilemez...
Merkez medya var mı?
Kadim medya kendini tanımlarken ısrarla 'merkez medya' diyor. Aslında merkez medya kavramının kendisi bazı problemler barındırıyor. Özellikle devletle kurduğu ilişki biçiminin öteden beri kullanım alanları oluşturması bu kavramı tartışmanın içine çekiyor. Liberalizmin güçlü olduğu ülkelerde ise 'merkez medya' ile reklam veren şirketler arasındaki ilişki kuşkulara yol açıyor.
Bizim ülkemizde kendini 'merkez medya' olarak tanımlayanların maksadı dünyadaki 'merkez medya' (mainstream media) kavramıyla aynı sayılamaz. Kendine merkez diyenlerin önemli bir kısmı, aslında kendini tanımlamaktan ziyade başkasını işaretlemek için bu tabiri kullanıyor. Yani? Ben merkezim derken diğerlerini
algı derecesine göre 'çevre' ilan ediyor. Daha vurgulu 'merkez' edebiyatı yapanlar ise diğerlerini marjinal gibi gösteriyor.
Merkez kavramının basındaki kasıtlı kullanımıyla siyasetteki kasıtlı kullanımı arasında paralellik bulunmakta. Mesela bir kısım insanlar ekranlara sık sık çıkıp şöyle analizler yapar: Merkez sağ çöktüğü için... Merkez sağ dedikleri
ANAP ve DP. İyi de bu partileri halk
tasfiye etmedi mi? Haydi bu gerçeği atladınız diyelim; yüzde 47 oy alan ve bilmem kaçıncı seçimden birinci çıkan bir partiye neden merkez diyemiyorsunuz? Merkez kavramının da problemli olduğunu bir kenara kaydederek sormak gerekmiyor mu: Bir partiyi merkeze oturtmayarak onu marjinalmiş gibi sunmak başlı başına bir algı çalışması değil midir?
Merkez dediğimiz kavramın mihenk taşı halkın teveccühü ya da kucaklanması ise kimin merkez kimin çevre olduğuna her dönemde yeniden bakmak gerekebilir. En eski ve köklü
gazeteler bugün marjinal bir hale gelmiş olabilir mesela. Ya da bir zamanlar toplumun her kesimi tarafından okunan bir gazete katı bir ideolojik hücreye kendini hapsetmiş ve halkı kendinden bezdirmiş olabilir. Değişim süreçleri, hem halkı bir yerden alıp bir yere taşır, hem zembereği halk olan her şeyi. Bu açıdan bakınca roller değişir, sorumluluklar değişir, tercihler değişir. Bu değişimi doğru okuyamayan, yanlış trene bindiğini ancak vardığı noktada anlar...