Aynen böyle diyor Mehmet Ali
Birand. Neden "Maazallah" dediğini de şöyle açıklıyor: "Bugün asker olgusu medyanın kafasından gitmiş değil.
Ortam değişirse medya hemen eskiye
döner, 'Ne iyi oldu da geldiler' demekten çekinmez."
Acı ama gerçek! Kadim Türk medyasının vahim durumu bu. İçeriden konuşuyor Birand. Bilerek, görerek yapıyor bu tespitleri. Hakkalyakîn derecesinde konuya âşina olmasaydı böyle bir
manzara çizer miydi: Türkiye'de medya, devletin bütün günahlarının tam ortağıdır. Benim meslektaşlarım yeterince ortaya çıkıp, "Ben özür dilerim" demedi. Kafasında, "Ya durum değişirse, hele biraz daha bekleyeyim" düşüncesi var.
Gerçeğin en çıplak halini tasvir etmiş Birand. Durum aynen söylediği gibi. İçten içe "askerin
manşet attığı günler"i özleyenler olduğu gibi, tâ baştan beri
AK Parti ile kimyası uyuşmayan ve "Bunlar gitsin de kim gelirse gelsin" diyenler de var. Hatta askerî vesayetin gölgesinde yaşanırken insanların daha mutlu olduğunu tevehhüm ve tahayyül edenler bile bulunmakta. Türkiye'nin
ekonomik açıdan krizlere dirençli olması, bazı insanları niçin rahatsız ediyor sanıyorsunuz? Bu ülkenin zenginleşmesinden en çok istifade eden kitlelerin, kaotik zaman dilimlerine nostaljik göndermeler yapmasının bir anlamı olması gerekmiyor mu?
Tecrübeyle sabit ki Birand, yaptığı açıklamalardan dolayı yine
linç edilecek, arkasından esip gürleyecek, fırsatını bulabilirlerse yerden yere vuracaklar. Ama manzaranın dehşeti değişmeyecek. Kadim medyanın bir bölümü silahların gölgesinde
gazetecilik yapmayı, muhafazakâr bir iktidarın demokratik reformlar yapmasına
tercih eder, ediyor.
Darbe davaları ile ilgili yapılan yayınlar incelendiğinde asker-medya ilişkisi ayan beyan ortaya çıkıyor zaten. Ümraniye'de ele geçirilen bombalar sanki hiç yokmuş gibi, Eskişehir'de bulunan silahlara dair haberler sanki bazı medya kuruluşlarına hiç ulaşmamış gibi, Poyrazköy'de, Gölbaşı'nda yapılan kazılarda ortaya çıkan mühimmatın, suikast listelerinin, "
seminer" denilerek geçiştirilmeye çalışılan
darbe planlarının sanki hiçbiri haber değeri taşımıyormuş gibi, Gölcük'teki askerî tesiste, döşeme altlarında çuvallarla bulunan belgeler Türkiye'de değil de Mars'ta bulunmuş gibi...
GÖLGEYİ ASLINA TERCİH ETMEK
Ancak darbe davalarına gölge düşürecek bir
küçük karine, en ufak bir şüphe vs. söz konusu olduğunda, durum bir anda değişiyor. En eften püften konular bile büyük habere dönüşüveriyor. Bu hafta ilginç bir olay yaşandı mesela:
Perşembe günkü
Hürriyet Gazetesi'nin manşeti,
emekli üsteğmen ve
avukat olan
Serdar Öztürk'e ayrılmıştı. Öztürk'ü şuradan hatırlayacaksınız:
Ergenekon soruşturması sırasında avukatlık bürosundan "AK Parti ve Gülen'i bitirme planı" çıkmıştı. Hemen ardından avukatları aracılığıyla yaptığı savunmada, o belgeyi polis memurlarının koyduğunu iddia etmişti. Emniyet de adeta, "Madem öyle işte böyle" deyip, daha kapı girişinden son dakikaya kadar
arama görüntülerini içeren kasetleri yayınlayınca işin rengi anlaşıldı. Görüntüler açıkça gösteriyordu ki arama büyük bir titizlikle yapılmış, beyefendinin avukatları da tutanağı imzalamışlardı...
Hürriyet yazıişleri daha önceki bu vakayı bilmiyormuş gibi, yine aynı kişinin iddialarını manşete taşımış. Bir gün sonra Zaman'ı okuyanlar meselenin nasıl basit bir kurguya bina edildiğini görmüş oldu. Hakkını yemeyelim; Hürriyet'te pek çok şey değişti, değişiyor. Ancak o kadim yazıişleri zihniyeti olaylara halen eski Türkiye'nin tortusu olan kollama güdüsüyle yaklaşıyor.
Polis de, savcı da, hâkim de hata yapabilir. Böyle bir şey vuku bulduysa bu olayların üzerine gitmek hepimizin görevidir; ancak yalnızca kendini savunmak durumundaki bir şahsın beyanı esas alınarak oluşturulmak istenen havanın başka bir refleksle ilgisi olabilir. Umarım öyle değildir; ama korkunç darbe iddialarına hak ettiği değerin zekâtını bile vermeyerek okurunu hadiselerden bîhaber bırakanlar, küçük bir iddiayı büyük bir karine haline getirince insanın aklına bir sürü şüphe geliveriyor. Hele Birand'ın o müthiş tespitlerini okurken böyle bir manşete rastladıysanız...
Birand'ın eksik bıraktığı acı bir gerçeği de buraya eklemezsem tarihe yanlış bir not düşmüş olurum. Hava değişince kendini tekrar darbecilerin kollarına atacak kişiler sadece gazeteciler değil. Maalesef demokratik gelişimden pek de haz almayan ve ilk
muhalif rüzgârla hemen tankın arkasında duracak seçkin zümrelerden küçük azınlıkların etkin yapısını görmek zorundayız. Onların global propagandaları, halen diri bir şekilde Washington'da, Brüksel'de,
AİHM koridorlarında yankılanıyor. İşin ilginç yanı da şu: Son askerî muhtıranın 4 sene önce verildiğini unutan birçok insan, ülkede her şey normale döndü ve Türk demokrasisi
Avrupa standartlarına ulaştı sanıyor. Öyle olmasını kim istemez? Keşke! Ancak yine de bazı gerçekleri bilen insanlara
kulak vermekte fayda var. Bakın ne diyorlar: Maazallah!...
Ömür boyu abonelik
Birkaç gün önce bir
mektup aldım. Kahramanmaraş'tan gönderilmiş. Açtım okudum. Duygu dolu cümleleri yakın
mesai arkadaşlarıma da gösterdim. Onlar da duygulandı. Yürekten yazılan böylesi bir mektubun, kalplerde dalga dalga yankılanmaması mümkün mü?
Okurumuz mektubun yanına bir de nüfus cüzdanının fotokopisini iliştirmiş. Fotokopinin üzerine kısa birkaç cümle yazmış. Müsaadenizle onu sizle paylaşmak istiyorum.
"
Zaman Gazetesi Genel Müdürlüğü'ne ömür boyu abone yapmaları için gönderilmiştir. Efendim. Bu benim. Numaram ... Bunun önünde müşteri yazıyor. Keşke 'okur' yazsa; hiç değilse 'abone'..."
Afşin'den bize mektup yazan beyefendi kendisi için bilgisayarda kullanılan 'müşteri' kelimesine sitem edip kendini 'okur' olarak tanımlıyor. Doğru söylüyor. O bir okur. Üstelik yıllık abone kampanyasının sürdüğü ve kimi zaman sıkıntıların yaşandığı bir dönemde, "Ne yıllık abonesi? Beni ömür boyu abone yapın." diyor.
25. yılına giren gazetemizin, ulaştığı
tiraj da çok önemli; oluşturduğu
imaj da. Ancak hiçbir şey, bu gazetenin vicdanlarda bıraktığı iz kadar önemli değil. Hamdolsun aşılmaz sanılan ufuklar geride kaldı. Yepyeni ufuklara doğru mütevazı adımlarla yürüyor gazeteniz. Yürüyecek de. Yeter ki, Zaman sevdası zaman dilimlerine sığmayacak kadar önemli bir boşluğu doldursun...
PANORAMA
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, yargıya savaş açtı. HSYK'yı
hedef göstererek "
militan" benzetmesi yaptı. Oysa artık o üyeler, hâkim ve savcıların oylarıyla seçiliyor. Eskiden al gülüm ver gülüm nevinden kendi kendilerini seçip duruyorlardı ve CHP bu düzenden çok mutluydu.
Yeni Akit Gazetesi, bir zamanlar yargı mensubuyken, daha sonra CHP milletvekili olanların listesini yayınladı. Onu görünce CHP'nin niye feryat ettiği daha iyi anlaşılıyor.
Kadim medyanın hinlik cinlik konusundaki kuvve-i zekâvetini teslim etmek lazım. En alakasız konularda
Tayyip Erdoğan,
Abdullah Gül, cemaat vesaire deyip bir fitne çıkarmaya olağanüstü gayret sarf ediyorlar. Her fırsatı değerlendirip insanların arasına kara kedi gibi girmeye çalışıyorlar. Ancak unutmamak gerekiyor ki, kırk dereden su getirip insanları birbirine düşürmek için gazeteci olmaya gerek yok aslında...
25. yıldönümümüz vesilesi ile dünyaca ünlü 25 fotoğrafçının 'Türkiye'de Zaman' projesi için bir araya geldiklerini biliyorsunuz. Şimdi o proje gazete sayfalarımıza yansıyor. Türkiye'nin ve dünyanın önemli şehirlerinde sergilenecek çalışmaları Cumaertesi ekinden takip edebilirsiniz. Geçtiğimiz hafta Reza ile başlayan dizimiz her hafta yeni bir fotoğrafçı ile devam edecek. Her sanatçının ayrı bir konuyu çalıştığı projedeki birbirinden ilginç fotoğrafları çok beğeneceksiniz. Ayrıntılı bilgi için: www.turkiyedezaman.org
Muharrem ayı vesilesiyle çok sayıda program yapıldı. Bunların bir kısmında Alevîlerle Sünnîler kaynaştı. Beraber oruç tuttular,
iftar açtılar,
gözyaşı döktüler.
Ehl-i Beyt için bir araya gelip kardeşlik türküsü söyleyenleri tarih alkışlayacaktır; zira vaktiyle aramıza
ayrılık gayrılık sokarak düşmanlık körükleyenler bugünkü Alevî-Sünnî yakınlaşmasından tedirgin olmuş görünüyor. Boşuna değil...