Kafes ismi verilen o korkunç
eylem planı tarihi bir dönüm noktasıdır; medya için,
siyaset için, asker-
sivil ilişkileri için... Neden mi? Önce hadiseyi kısaca hatırlayalım:
Daha önce 'AKP ve Gülen'i Bitirme Planı' yaparak suçüstü yakalanan cunta, bu sefer de Kafes adını verdiği korkunç bir planla gündeme geldi.
Ergenekon tutuklularından
emekli Binbaşı Levent Bektaş'ta ele geçirilen DVD'ye göre cunta, tüyler ürperten planlar yapmıştı. Mesela
Rahmi Koç Müzesi'ndeki denizaltının çocuk ziyaretçilerin yoğun olduğu bir anda havaya uçurulması planlanmıştı. Azınlıklara karşı
bombalama ve öldürmeler yapılacak, dünya kamuoyu ayağa kaldırılarak
Türkiye zor durumda bırakılacaktı. Belgenin üzerinde el yazısıyla bir de paraf vardı. '
Kadir Paşa koordine etsin' deniyordu o notta. Kadir Paşa kim, ona bu talimatı veren kim, bu planların Ergenekon sanığı Bektaş'ta yakalanması ne anlama geliyor,
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde gizli
örgütlenmeler mi var; yoksa hiyerarşik bir teşebbüs mü? Onlarca soru sökün edip geliyor insanın aklına..
Ne var ki Türk medyasının azımsanmayacak bir kısmı bu haberlere karşı önce kulaklarını tıkamayı
tercih etti.
Taraf Gazetesi'nin ilk kez yazdığı ve
belgesini yayınladığı haber, eski hatta köklü bazı
gazetelerde yer almadı. Tabii ki kimin hangi haberi yazacağı öncelikle o gazetenin yazı işlerini ilgilendirir ve herkesin kendi tercihine saygı duymak gerekir. Yalnız, ortada çok önemli bir haber varsa ondan hiç bahsetmemek bazen bir karartmaya dönüşür. Bu sefer de bir bakıma öyle oldu.
Manzara böyle olunca Taraf Genel Yayın Yönetmeni
Ahmet Altan, basın tarihine geçecek bir tartışmanın fitilini ateşledi. Kafes
Eylem Planı hakkında iki satır yazı yazmayan ve bu haberi okuruna duyurmayan gazeteleri ağır bir dille eleştirdi. Yazı işlerinin sessizliğe büründüğü bazı gazetelerde yazarların itirazı yükseldi. Mesela
Milliyet yazı işlerinin sükûtuna rağmen köşesinde Kafes'e yer veren yazarlardan Hasan
Cemal, bu eylem planının buz gibi haber değeri taşıdığını, bunu atlamanın büyük bir gazetecilik hatası olduğunu yazdı. Cemal doğru söylüyordu; bunu yazmayan gazete gazete olamazdı, bunu yazmayan gazeteci de kendine başka meslek bulmak zorundaydı...
Tam bu tartışmalar sürerken Kafes'te adı geçen iki albay, bir
yarbay için
tutuklama kararı çıktı. O güne kadar bu korkunç plandan bahsetmeyenler (Mesela
Vatan ve Milliyet) hadiseye sayfalarında geniş yer ayırdı. Hatta Vatan başyazarı
Güngör Mengi 'Bugünkü manşetimizi gördüğünüzde bir çoğunuz 'neden şimdi?' diye sormuş olabilirsiniz' dedikten sonra sözü bu tutuklamalara getiriyor; işin tutuklamalar sonrası ciddileştiğini söylüyor ve okurdan bir çeşit özür diliyordu.
Bazı gazeteler Kafes operasyonuna dair bilgi ve belgeleri hâlâ geçiştiriyor.
Basın tarihi, bunları bir kenara kaydediyor; kaydedecek de.
Masum yavrularımızı müzeye geldiklerinde havaya uçurmayı planlayan bir zihniyet nasıl görmezden gelinir? Eften püften haberlere verilen değer mi, yoksa gayrimüslim vatandaşlarımıza karşı girişilecek korkunç eylemler mi daha önemlidir? Bu soruların cevabı açık. O yüzden de
Avrupa Birliği temsilcileri bizdeki bazı yayın yönetmenleri ve yazı işleri müdürlerinden daha meraklı ve duyarlı çıktı.
Kafes'te suskun kalmayı tercih edenlere karşı sorular peşi peşine gelince ve ardından soruşturmada ismi geçen kişiler tek tek tutuklanınca gazetelerin tamamı olayın haber değerini (!) anlamış oldu; ancak bazıları için iş işten geçmiş oldu. Demek ki artık bu kadar önemli bir iddia karşısında 'Sana ne kardeşim ben neyi istersem onu okura duyururum' diyemezsiniz. O eskidendi. Var olanı görünmez kılmak için eskiden bir düzen vardı. O düzen, bazen de olmayanı varmış gibi gösterir, kıyametleri koparırdı. Şimdi o tür manipülasyonlar çok sesli ve cesur medyanın direnciyle karşı karşıya kalıyor.
Medya yanlış yerde dursa bile artık
halk, kendinden gizlenen gerçeklerin üzerine gidilmesini, sorumlu kişilerden
hesap sorulmasını istiyor. Halkı da bir şekilde sustursanız bile dünya, artık eski dünya değil. Bakın
Almanya'da
Genelkurmay Başkanı, Afgan sivillerin hayatını kaybettiği bir olayı siyasi iradeden sakladığı için
istifa etmek zorunda kaldı. Belge Alman
Bild gazetesinde neşredilince genelkurmay başkanına istifadan başka seçenek kalmadı. Yine bu hafta içinde
Rusya Devlet Başkanı
Medvedev 10 askerin ölmesine sebep olan patlamalarda ihmali görülen
general ve albayları ordudan attı... Dünya bu noktaya gelmişken milleti Kafes'e sokmaya çalışan zihniyet, hiçbir şey olmamışçasına işi pişkinliğe vurabilir mi? Vurmaya kalkarsa buna Türk milletinin
Mehmetçik sevgisi bu vurdumduymazlığa müsaade eder mi? Mehmetçik sevgisi ayrı, cunta tepkisi ayrı. Artık bunu fark etmek, binlerce senelik geleneği olan TSK'yı bu karanlık işlerden kurtararak gönüllerdeki sevgiyi yeniden yeşertmek gerekiyor...
Kurumları kim yıpratıyor?
-Geçen hafta bu sütunda
İstanbul Barosu için "Bu Nasıl Baro" demiş, malum Baro'nun sabıka kaydına dair bazı hatırlatmalarda bulunmuştum. Baro'nun son skandalı
katsayı uygulaması ile ilgili
Danıştay'a yaptığı başvuruydu. Başvuru maalesef yerinde bulundu ve meslek lisesi öğrencisi yüz binlerce gencin hayatı karartıldı. Bu, hem
İstanbul Barosu'nun 'eşitlik, eşitler arasında olur' diyerek hukuka karşı yürüttüğü vicdansız mücadelenin sonucuydu hem de Danıştay'ın hukuk yerine ideolojik kriterlere sahip çıkmasının. Bu nasıl Danıştay kararıdır ki defalarca yapılan müracaata 'Yetki YÖK'tedir' dedikten sonra kalkıp -üstelik bir de oybirliğiyle- kendini
yetkili telakki ediyor ve çocuklara bayramı
zehir edip eşitsizliği meşru hale getiriyor. Daha beş ay önce verdiği kararın mürekkebi bile kurumamış. Bunlar dile getirildiğinde 'Aman yargıyı yıpratmayalım' deniyor. İyi de durduk yerde yıpranmıyor ki yargı. 'Darbeci baro' yok da insanlar mı uyduruyor? Ya da her kararı tutarsızlık kokan Danıştay kararlarına
imza atanlar mı hukuka duyulan güveni sarsıyor yoksa bu çarpık yapıyı eleştiren basın mı?
TSK için de aynı şey geçerli. AKP ve Gülen'i bitirme planı' ortaya çıkalı aylar oldu. Hiçbir inandırıcı özelliği olmayan askerî
savcılık incelemesi, fotokopi tartışması, kâğıt parçası benzetmesi, ıslak imzanın ortaya çıkması, yargı üzerine
baskı kurulması, müttefik aranması... Cuntanın üzerine gitmekle yükümlü olan merciler, medyayı yıpratma suçlamasıyla karşı karşıya getiriyor. Bilgiyi sızdıranlara kafa yorduğu kadar cuntacılara kafa yormayanların yıpranma adına nasıl bir yanlış yapıldığını görmeleri çok zor. Çünkü asıl yıpratıcı unsur içeride.
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ
darbecilerin TSK'da barınamayacağına dair söz vermişti; şimdiki
manzaraya göre cuntalar cirit atıyor, ancak kimseden hesap sorulmuyor. Bundan daha yıpratıcı bir şey olamaz ki! Buyrun size yeni eylem planı: Kafes. Hesabını sorun ki tarihte muhteşem zaferlere imza atmış kahraman ordumuz yıpranmasın.
51 no'lu DVD'de niye gıkınız çıkmadı?
Üst yargı ayağa kalktı. 'Bizi bile dinliyorlar' diye feryat etti. Bir haber kanalı da (eski güvenilirliğini her gün yiyip bitiren ve Ergenekon'un borazanı haline gelen bir haber kanalı) 'yargı yargıyı dinliyor' diyerek kıyameti kopardı. Legal dinlemeden bahsediliyordu. Yasal dinlemeden bazı üst düzey yargı mensupları rahatsız olmuştu. Tamam. Diyelim ki anlaşılabilir bir durum var ortada. Peki aynı yargı mensuplarının şu soruya
cevap vermesi gerekmiyor mu: Ergenekon
davasında 51 No'lu DVD Ergenekon tutuklusu Levent Göktaş'ta çıkmıştı ve o DVD'de üst yargı mensuplarının ses kaydından bel altı arşivlere kadar iğrenç belgeler vardı. Yasal
dinlemeler üzerine yeri göğü inleten üst yargı niçin Ergenekon tarafından yapılan ve meslektaşlarını zor durumda bırakan gizli kayıtlara sessiz kaldı ve hiçbir yargı mensubu - bir kişi hariç- dava açmaya kalkışmadı? Dün Zaman'da yayınlanan çarpıcı röportajında
Adalet Bakanı Sadullah Ergin de bu garip duruma dikkat çekiyor. Tamamı il
legal dinlemeydi. Devlet dinlerse özel hayata müdahale diye ayaklanacaksın; örgüt dinlerse gıkın çıkmayacak. Sonra da kalkıp bu çarpıklığı yazanları yargıyı yıpratmakla suçlayacaksın! Esas yargıyı yıpratanlar, derin çetelerle
işbirliği yapan ya da onlardan korkanlardır. Gerisi hikâye...