Cuma günkü manşetimiz büyük yankı uyandırdı.
Haber
Ergenekon sanığı
emekli Albay Levent Göktaş'ın ofisinde ele geçirilen bir
belgeye dayanıyordu. "Gizli" ibareli bilgi notuna göre dönemin
Kara Kuvvetleri Komutanı
İlker Başbuğ, danışmanı olduğu iddia edilen Nuran Yıldız ile
ANAP liderine şöyle bir
mesaj göndermişti: "
Anayasa Mahkemesi ile konuştuk. AKP'yi kapatacaklar.
Tayyip Erdoğan,
Abdullah Gül ya da Bülent Arınç'tan biri seçilirse TSK müdahale edecek." Belgeye bir de not düşülmüş: "Yukarıdaki husus akredite olmayan basın kuruluşları tarafından ele geçirilirse TSK'nın güvenilirliği ciddi zedelenir." İlginç! Belgeyi hazırlayanlar yaptıklarının suç teşkil ettiğini; en azından güven sarsıcı ayıp bir iş yaptıklarının farkında...
Haber yayınlanır yayınlanmaz telefonlarımız hiç susmadı. Haberde ismi geçen kişiler aradı önce. Haklarını savundular, manşette yer alan bilgilerin doğru olmadığını söylediler. Nuran Yıldız'a da,
TOBB Başkanı
Rifat Hisarcıklıoğlu'na da aynı şeyi söyledim: Manşette yer alan bilgiler el altından sızdırılmış bir konu değil;
sanık avukatlarına dağıtılan dosyada bu belge yer alıyor. Şayet o dosyadaki bilgiye
itiraz edilecekse bunun asıl muhatapları resmi evraktan haber yapanlar değil, bu belgenin var oluş süreci içerisinde rolü olan kişi ve kurumlardır. Bahsi geçen belge aramalarda ortaya çıkmış,
savcılık bu belge üzerinde araştırma yapmış, ilgili kurumlarla yazışmalar yapılmış, sonra iddianameye konulmuş ve nihai olarak
mahkeme bunu kabul etmiş.
Haberde ismi geçenlerle biz bunları konuşurken,
Genelkurmay Başkanlığı manşetimize
cevap sadedinde kısa bir açıklama yaptı. İşin doğrusu, yapılan açıklamayı olumlu buldum. Bir zamanlar sıkça yapıldığı gibi 'TSK'yı yıpratma' suçlamasına dayandırılan öfkeli bir izah yoktu karşımızda. Genelkurmay'daki değişime yordum bunu ve pozitif karşıladım. Açıklamada, 'İddia edilen bilgi notuna ilişkin herhangi bir bilgi, belge veya kayda rastlanmamıştır.' deniyordu. Anlaşılan o ki haberden sonra
Genelkurmay Başkanlığı, ilgili birimlere talimat vermiş, onlar da habere konu edilen belgeye 'rastlayama'mıştı.
Genelkurmay'ın açıklamasını esas alan yeni bir haber yapmayı, o haberde Nuran Yıldız,
Erkan Mumcu ve Rifat Hisarcıklıoğlu'nun açıklamalarına yer vermeyi planlamıştık. Ne var ki
küçük bir
arşiv taraması, karşımıza bambaşka bir durum çıkardı. Meğer 2 yıl önce savcılık 51 No'lu DVD ile ilgili Genelkurmay'a yazı yazıp bilgi istemiş ve oradan 8 sayfalık bir cevap gelmiş. Ergenekon davasının 3. İddianamesinde (49. Ek klasörde) yer alan evraka göre Genelkurmay bu belgeleri kabul ediyor ama bunların 'Gizlilik özelliği' taşıdığını söylüyor.
Aslında 367 krizinde bazı askerlerin
siyaset mühendisliği yaptığına dair çok şeyler yazılmış, söylenmişti; ancak bu kuşku ilk defa resmi belgede geçiyordu. Vaktiyle
Muharrem Sarıkaya, Sabah'ta ANAP lideri Mumcu'ya neden Meclis'teki oylamaya katılmadığını sorduğunu, "Eğer Meclis'e girsek ve Çankaya'ya seçilse, askerin zorunlu ikamet için götüreceği yer de, isimler de belliydi." dediğini söylemişti. İnternete düşen bir ses kaydında ise eski
Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı
Karadayı ile dönemin
Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ'un
Erkan Mumcu'ya Meclis'teki
cumhurbaşkanlığı seçimi için oylamaya katılmaması için
baskı yaptığı ifade ediliyordu. Onca baskıya rağmen Meclis'e girip oy kullanan DYP milletvekili
Ümmet Kandoğan ise şimdi ortaya çıkan belgeleri değerlendirirken 'Bunları 4 yıl önce anlattım' diyerek siyaset mühendisliğini deşifre ediyor...
Sözün özü şu: Hiçbir şey gizli kalmıyor. Kapalı kapılar arkasında yapılan gizli planlar bir gün bir şekilde ortaya çıkıyor. Siyaset ve
toplum mühendisliğine soyunan herkesin bu gerçeği görerek anti-demokratik operasyonlardan vazgeçmesi ve demokrasiyi içine sindirmesi gerekiyor. Başka yolu yok çünkü...
Hadi be!
Mehmet Ali
Birand, bir televizyon kanalına konuk edilmiş, şu ses getiren 'Darbe genlerimizde vardı' konusunu tartışıyor. Karşısında da 28
Şubat darbecilerinin sıkça kullandığı bir TV kanalının o dönemki bir yetkilisi: Ayşenur
Arslan. O günlerde
Ali Kırca ile yakın çalışan Arslan, kendisinin askerden gelen talimatlar üzerine yayın yapmadığını ısrarla söyleyince Birand dayanamıyor, 'Hadi be!' diyor. Bu tepkinin anlamı çok açık. Ayşenur Hanım ısrar edince Birand,
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Kırca ve ekibi tarafından medyatik lince tabi tutulduğu geceyi hatırlatıyor. Ayşenur Hanım, vaziyeti kurtarmak istiyor ama nafile. Az daha ısrar etse Birand, o montajlanmış
kasetleri o kanala getiren Kemal Yavuz'dan başlayıp kaset operasyonunun ayrıntısına da girecek belki...
Bu arada dikkatimi çeken bir noktayı da hatırlatayım. Hem Birand hem Arslan ısrarla 'Fetullah' diye hitap ediyorlar. İnsanlar, diğer insanlar hakkında böyle ismiyle mi hitap ediyor o kanallarda hep? Nezaket kurallarının çerçevesi mi bu; yoksa herkese sayın demeyi asgari nezaket kuralı sayan kişiler, toplumun önemli bir kesimi tarafından saygı ve sevgiyle karşılanan ve 70 küsur yaşında olan bir kanaat önderi söz konusu olduğunda mı bu kadar üzücü davranabiliyor? Asgari nezaket! Çok mu zor bilemiyorum...
Global yalanlar devam ediyor
Bazı çevrelerin
AK Parti'ye karşı duyduğu rahatsızlık artık gizlenemez hale geldi. Üstelik yurtdışına da taştı bu irrasyonel muhalefet. İçerideki bazı kişiler AK Parti'yi ve muhafazakâr halkı yurtdışındaki güç odaklarına jurnalliyor ve uluslararası arenada yeni bir
imaj oluşturmaya çalışıyor. Seçime sayılı günler kala dünya medyası arasında itibarlı sayılan
gazete ve
dergilerin nasıl çuvalladığını anlamak için bu ülkedeki irrasyonel muhalefeti anlamak gerekiyor.
Global yalan rüzgârına daha önceleri dikkat çekmiştik. Hafta içinde
New York Times,
Reuters ve The
Economist ağız birliği ederek AK Parti karşıtı yazılara yer verdi. En
komik olanı
The Economist. '66 yılın en iyi hükümeti' itirafında bulunan dergi, Türkiye'deki seçmene çağrıda bulunuyor ve diyor ki 'CHP'ye oy verin'. Güler misin, ağlar mısın bu hale...
Yabancı basında
adalet kavramından yoksun çok sayıda
makale yayınlandı. Son yıllardaki bu yayınlara şöyle bir göz attığınızda şaşırıp kalıyorsunuz.
Newsweek,
Foreign Policy, The Economist gibi yayınların yanlış analizler yaptığını anlamak için uzman olmaya da gerek yok. Bu ülkedeki aşırı ulusalcıların dümen suyuna girmek ve bu ülkenin sosyal gerçeklerinden savrulmak için ya çok art niyetli olmak gerekir ya da gizli bir lobiciliğin esiri olmak...
Kim bilir belki de adı geçen gazete ve dergileri gözümüzde fazla büyütmüşüz. Hiçbir araştırmaya dayanmadan, karşıt görüşlere yer vermeden ve üstelik partizan ve bağnaz yaklaşımlar sergileyerek bu kadar pervasız yayın yapmanın sebebi eski vizyoner şöhretin hovardaca harcanması olmasın...
Doğruya doğru, eğriye eğri
Alper Görmüş, önemli bir uyarı yaptı. Bir zamanlar kendilerine merkez medya diyen basın kuruluşlarının pervasız yayınlarla mağduriyetler oluşturduğu gerçeğini hatırlatarak 'yeni medya'nın aynı hataya düşmemesini
tavsiye ediyor. Çok doğru bir endişe, çok yerinde bir uyarı.
Haberciliğin kalbi, adalet kavramında gizli.
Adil olmak, insan hakkını en kutsal hak telakki etmek, cesaret ve hakkaniyetle gazetecilik yapmak şart. Başkaları onlarca yıldır tek taraflı yayınlar yaparak gerçeği çarpıtmış, tek yanlı bilgilerle toplumu manipüle etmiş vs. olabilir. Ancak her aldığı nefesin öbür âlemde hesabını vereceğine inanan insanların çok daha dikkatli, çok daha titiz olması gerekiyor. Herkesin, özellikle de uzunca bir zaman haksızlığa maruz kalmış kitlelerin, daha duyarlı gazetecilik yapması bir fedakârlık değil, mukaddes bir vazifedir.
Gerçek ortada: Kadim medya yalanlarının altında ezildi. Anti-demokratik yaklaşımlarının ve anlamsız toplum mühendisliğinin bedelini çok ağır bir şekilde ödüyor şimdi. Ve toplumun büyük bir bölümü için umut kaynağı haline gelen yeni bir medya var artık. O medyanın değil yalan yanlış işlere bulaşması 'mübalağa zımni bir yalandır' diyerek gerçeğin peşinde koşması, körü körüne partizanlığa
boyun eğmemesi, anti-demokratik bütün eğilimlerin önünde cesur bir tavır sergileyerek beklentileri karşılaması gerekiyor.