İstanbul'da yaşanan
sel felaketi, pek çok açıdan mercek altına alınmak zorunda. Mesela bu afet, şehir planlamacılığı konusunda yapılan tarihî hataları bütün detayıyla ortaya çıkardı.
Dere yatağına rağmen yapılan binalar, o yapılanmaya yıllar boyu göz yuman belediyecilik anlayışı, 'ben yaptım oldu' kurnazlığı içinde süregiden inşaat sektörü vesaire vesaire...
Yılların
ihmali ile karşı karşıyayız.
Ayamama Deresi, ilk defa taşmıyor. Daha önce de defalarca bu dere taşmış, binalar sular altında kalmıştı. Özellikle 1995 senesinde yaşanan olayda dönemin en
modern bir medya merkezi olan
Sabah Gazetesi binası sular altında kalmış, selin yol açtığı zarar giderilene kadar
Sabah Gazetesi,
Hürriyet tesislerinde hazırlanmıştı. Bu seferki yağmurun şiddeti tarihte eşine rastlanmayacak ölçüdeydi ve karşısına çıkan her şeyi yıkıp geçiyordu.
Felaketin boyutları bu yüzden büyük oldu...
Daha önce pek çok örneğine rastladık; bizim medyamız bazen felaketleri 'reality show'a dönüştürebiliyor. Vefat edenlerin naaşı ne ölçüde gösterilir, felakette hayatını kaybedenlerin yakınları ne ölçüde ekrana yansıtılır; ve hepsinden önemlisi, felaketten
reyting yapma arzusunun önüne nasıl geçilir?.. Dünya medyasının da tartıştığı ciddi konular bunlar.
Evrensel
gazeteciliğin ulaştığı sonuç belli: Bir açıdan yaşanan felaket gözler önüne serilecek; diğer açıdan da insana saygı korunacak. Olayların sebep sonuç ilişkisini kurmak da, derinlikli analizler yapmak da gazetecilerin görevleri arasında bulunuyor. 'Ne oldu?' sorusunun cevabı kadar 'Niçin oldu?' sorusunun cevabını da aramak zorundayız çünkü. Hatta daha önemlisi 'Bundan sonra ne olacak/ne olmalı?' sorusuna aranacak
cevap, modern gazeteciliğin daha büyük bir görevini işaretliyor.
İstanbul'da yaşanan sel felaketinde Türk medyası genelde başarılı bir gazetecilik ortaya koydu. Onca felaketin arasından 'gerçek insan hikâyeleri' derlendi. O acı tecrübeleri izlerken/okurken pek çok
ders çıkarma imkânına da kavuştuk. Genel manada verilen haberler insanı yüreğinden yakalayamıyor. Oysa o gerçek hikâyeler, meselenin ne kadar insanî olduğunu gözler önüne seriyordu.
Türkiye'nin dengesini, siyasetin yüksek ateşi bozuyor. Mesele siyasî zemine kayar kaymaz meselenin zatî gerçekliği ikinci plana atılıyor ve kutuplaşmalar yaşanıyor. Ortada büyük bir felaket var; birilerinin umurunda olan tek şey siyasî
rant elde etmek.
Sel felaketinin yaşandığı mevki belli. Oradaki ihmal onlarca yıldır süren yanlış politikaların bir sonucu. Bu gerçeği vatandaş biliyor. Toplumun sezgi ve bilgisini göz ardı eden siyasetçiler felaket bölgesinde şov yapmaya kalkınca İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
tartışmanın odağındaki işletmelere kimin ruhsat verdiğini belgeleriyle açıkladı. İyi de oldu ama asıl şu verimli tartışma sorusu arka plana kaydı: Bundan sonra ne yapılmalı ki; bir daha bu
manzara yaşanmasın?
'Sorumlu kim?' diyen, kendini bir kenara çekerek konuşuyor. Bir yetkilinin 'Biz de sorumluyuz' cümlesi özeleştiri kültürümüzün hanesine yazılmalıydı; ancak bu cümleyi görmezden gelen birileri o özeleştiri hükmünü atlayarak 'Bakan, faturayı vatandaşa kesti' gibi
ucuz bir gazetecilik numarasına başvuruyordu. Neyse ki bu tarz yaklaşımlar medyanın genel tavrı değildi ve medya genelde sorumlu davranmayı, meseleyi siyasî didişme konusu yapmamayı
tercih etti. Doğru olan da buydu. Aynaya bakmak şart. Bireylerden başlayan hatalar zinciri yerel yönetimlere, medyaya kadar uzanıyor.
Medyanın asıl vazifesi şimdi başlıyor. Yılların ihmali, bize bu felaketin (
depremi de unutmayalım) nereye varacağını ispat etti. Şimdi herkes doğrunun bir parçasını söylüyor. Bu parçaları bir araya getirmek, bu sözlerin takipçisi olmak, daha büyük bir felaketin yaşanmasını engelleyecektir. Bundan sonrası için yapılacak gayretlere
destek yerine köstek olmak, kısır siyasî çatışmaların siyaseti
esir alması demektir. Bekleyip göreceğiz; bugün söylenen çözümler konusunda kim, ne kadar samimi, kim ne kadar şov yapıyor. Medyanın aslî denetim görevi de bu olsa gerek...
[email protected]
Bu,
hedef gösterme değil de ne?
Önemli ve acil bir hastam olunca hafta içinde yeterince gazete okuyamadım. Sonra gördüm ki insaf ölçülerini şaşırmış bir sürü yazı var karşımızda. Bunların hepsine tek tek cevap vermek hem büyük bir zaman israfı hem de gereksiz, ancak içinden birkaçını seçip haftalık
hesap kesimi yapmakta fayda var.
Bir Hürriyet yazarı
Genelkurmay'ın bilgilendirme toplantısındaki bazı sözleri işaret fişeği sanarak
Fethullah Gülen'e (defalarca yaptığı gibi) suç isnat ediyor. Üstelik
komik bir mantıkla. Ne diyor: 'Kimler tarafından hazırlandığını kesin olarak
tarif edebilmeme olanak yok.' Bu sözü söyledikten sonra 'Emniyet içinde yuvalanmış Fethullahçı çete' diyerek hedef gösteriyor. İyi de kardeşim, elinde somut bir şey yoksa bu temcit pilavını niye ısıtıp duruyorsun? Bu
suçlama vaktiyle yargıya taşınmadı mı? İnsanlar suçlanmadı mı? 8 yıl süren
dava sürecinden
beraat kararı çıkmadı mı? Konu
Ergenekon zanlıları olduğunda 'masumiyet karinesi' demeyi biliyorsunuz da bazı kişilere karşı neden bu karineleri hiç hatırlamıyorsunuz?
Bir Hürriyet yazarı,
Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in bilgilendirme toplantısında konuşulanları ya yanlış anlamış yahut hiç anlamamış. Güya Bakan Bey yargı reformunu anlatırken 'Ergenekon savcılarını' kollayan bir şeyler söylemiş. Oysa Fatih Altaylı'nın yazdığı gibi ben Emre Aköz'ün söylediklerine binaen 'Aköz'ün endişelerine katıldığımı' söyledim. Üstelik yargının siyasallaştığını son yıllarda yaşanan çarpıcı örneklerle (defalarca yazdığım gibi) dile getirdim. Bunu da Radikal'den Oral Çalışlar köşesinde şöyle anlatmış: 'Ardından
Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü
Ekrem Dumanlı söz aldı ve endişelerini dile getirdi. Dumanlı, yaşanmış tecrübelerin ışığında bu kurulun çoğunluğunun yargıçlar tarafından seçilmesinin riskli olduğunu söyledi. Ona göre bu şekilde juristokrasi denilen ve yargıçlar egemenliğini ifade eden bir
sistem ortaya çıkabilirdi. Dumanlı bunları neden söylemişti? Bilindiği gibi
Şemdinli olaylarını soruşturan savcı Ferhat
Sarıkaya, hazırladığı
iddianame nedeniyle
HSYK üyelerinin kararıyla savcılıktan atılmış, avukatlık bile yapamayacağı ağır bir cezaya çarptırılmıştı. Hepimiz de biliyoruz ki; bu cezalandırmanın arkasındaki neden hukukî değil siyasîydi.' Bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra Çalışlar, şu yorumu da yapıyor: 'Ekrem Dumanlı, belli ki bu deneylerin ışığında, "Yandık, şimdi bu sistem bu şekilde kurulursa siyasallaşmış yargı mantığı içinde felaketlerle yüz yüze gelebiliriz" demek istiyordu. Bir taraftan bakınca haksız da sayılmazdı...'
Manzara bu. Ne var ki bir Hürriyet yazarı, Bakan Bey'e yönelttiğim sorudan dolayı işi Ergenekon davasına getiriyor, beni de '
militan gazeteci' ilan ediyordu. Bu yazıya binaen yazı yazanlar da işin cabası. Ayıp değil mi? Orada söylenenleri anlamak için
broşür okumaya gerek yok. Sadece önyargısız dinle. Kendi grubundan yazarların yazdığını oku bari...
Kaldı ki bu, bir bilgilendirme toplantısı. Bu tür toplantılarda ilgili kişi anlatır, insanlar endişelerini ya da takdirlerini dile getirir. Kafalarına takılan noktalarda soru yöneltir. Üstelik Bakan Bey'in açıklamaları da yeterince tatmin ediciydi; ikna oldum. Buna rağmen bir meslektaşımızın oradaki sorulardan hareketle 'militan' suçlaması yapması kadar nezaket dışı bir davranış olabilir mi? Kendilerine böyle bir şey yapılsaydı şöyle diyeceklerdi: Hedef gösteriliyoruz.
Doğan Grubu'nun bir başka gazetesinde,
Star Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu'yla beraber hedefteymişiz meğer. Güya biz 'AKP ve Gülen'i bitirme planı' üzerine sert yayın yapmışız da, Genelkurmay belgenin soruşturulmasını istiyormuş da falan filan... Yeni ne var? Askerin pozisyonu aynen devam ediyor.
Askerî yargı zaten bu konuda taraf olduğunu daha belgeyi görmeden 'elimize ulaşmadı ama' diyerek 'kanaat' bildirerek göstermişti. Üstelik askerî yargı hâlâ Çiçek'in kırk yıllık
imzasının askerî savcılıkta atılanla neden farklı olduğunu, bu durumun evrakta sahtecilik suçlamasıyla neden araştırılmadığını vs. ortaya koyamıyor. Onlar hâlâ 'sızdıran kim' diyor. Ortada kriminolojik inceleme raporları var; belgenin altındaki imza Çiçek'i işaretliyor. Serbest bırakılması için yapılan
nöbetçi hâkim katakullisi zaten kamu vicdanı tarafından biliniyor...
Dün de Hürriyet'in bir başka kalemi bazı yazarları 'Liberal geçinen gizli faşistler' diye itham ederek benzer şeyi yapıyordu. Bu tür yazılar kendileri için kaleme alındığında "hedef gösteriliyoruz" demiyor muydu bu insanlar? O zaman meslektaşlarını niye hedef gösteriyorlar?