Çok yakın zamana kadar her
Ramazan, oruç tutanlar için adeta bir kâbustu.
İrtica haberlerinin
tavan yaptığı o günlerde tuhaf olaylar yaşanırdı. Mesela iki grup öğrenci
kavga eder, bunlardan bazıları diğerlerini dereye atar, bazı
gazeteler de '
Oruç tutmayanları dereye attılar' diye manşeti çakardı.
Olayın aslı araştırıldığında anlaşılırdı ki meselenin oruçla, Ramazan'la hiç mi hiç ilgisi yok. Kız yüzünden kavga eden iki
genç ve arkadaşları arasında çıkan kavga kamuoyuna yanlış aksettirilmiştir. Yine hatırlayacaksınız sahur vakti (olayın sahur vakti yaşanması da
komik) oruç tutmayanlar hastanelik edildi diye bir
fırtına estirilmişti. Olayın
karakol zabıtları öyle demiyordu.
Taksim taraflarında bir eğlence yerinden topluca çıkan grubun arasında
tartışma çıkmış, az önce beraber eğlenen gençlerden bir kısmı, diğerini hastanelik etmişti...
Örnekleri sıralamaya kalksam bu sütun yetmez. Oruç tutanlarla tutmayanlar arasında husumete yol açacak haberlerin bazı gazete ve televizyonlara cazip gelmesi üzücü, hatta rencide ediciydi. Üstelik, sokakta böyle bir problem de yaşanmıyordu. Yani bu tarz haberlerin neredeyse tamamı yalan-yanlış bilgilere dayanıyordu. Bilgi doğru bile olsa 'oruç tutmayanlara karşı uygulanacak baskıya en önce oruç tutanlar karşı çıkmalı; çünkü
İslam, bu tarz kaba saba dayatmalara müsaade etmez' nevinden bir şeyler söylenmişti de ne denmek istendiğini anlamayan birileri 'Yani şimdi siz bana Müslümanlar adam dövdü dedirtemezsiniz mi diyorsunuz' manasına gelen bir yazı yazmıştı. Hal böyle olunca tartışma sağlıklı bir zeminde yürütülemiyordu. Sokakta olmayan gerilim medyada olunca zaten meselenin gerçekliği tuzla buz oluyor, tartışma laf yarışına dönüşüyordu.
Bu Ramazan (hatta son birkaç Ramazan) irtica
kampanyalarına malzeme olacak uydurma hadiselere rastlanmıyor. Demek ki daha dikkatli, daha sorumlu yayınlar yapılıyor. Zaten bu ülkede orucunu tutmak isteyen tutuyor, tutmak istemeyen de tutmuyor. Olması gereken de bu değil mi? Kimse kimsenin oruç tutup tutmamasına müdahale etme hakkına sahip değil. Toplumun hayatı paylaşma kültürüne medya da ortak olmalı ki, sosyal barışı zedeleyecek
iletişim kazalarına yol açılmasın.
Bu arada, istenmeyen olaylar da yaşanabilir. Soğukkanlı olmak, yapılan hoşgörüsüzlüğü topluca göğüslemek gerekiyor. Kendini bilmezin biri (ki 80 öncesi tecrübeler, bunun genellikle kendisi de oruç tutmayan cahil kişilerden oluştuğunu söylüyor) oruç tutmayan birine kaba bir davranış sergilese hep beraber bunu kınamak zorundayız. Tersi de geçerli. Oruç tutan bir insanın aşağılanması da oruç tutmayan ama insana saygı duyan herkesi harekete geçirmeli. Demem o ki, tekil bir hadiseyi genelleyerek insanlar arasındaki farklılıkları düşmanlıklara dönüştürmemeli, soğukkanlı kalarak sosyal sorumluluğumuzu muhafaza etmeliyiz.
Gerçek dışı anlatımların gün yüzüne çıkarılması artık eskisi kadar zor değil. Bu nedenle medyanın daha dikkatli yayınlar yapması elzem. İçi boş irtica kampanyaları artık tarihe karışmak zorunda. Bu kampanyalar olmaksızın da Ramazanların yaşandığını görüyoruz artık. Fena mı oluyor
Allah aşkına!
Yeri gelmişken bir değinmede bulunmadan geçemeyeceğim. Bütün gazeteler Ramazan sayfası yapıyor. İyi de oluyor. Demek ki bir ihtiyaç. Ancak Ramazan boyunca bir milim tarz değiştirmeden devam eden magazin haberlerinin incitici yanları olduğunu yayıncıların artık görmesi gerekiyor. Hele 'Bu bölüm
iftardan sonra okunsun' gibi lafların arkasına saklanarak yapılan bazı yayınlar hem insana saygıdan yoksun hem de kutsal bir aya. Fanteziler üzerinden insanları bu kadar hırpalamak; bunu yaparken de bu mesleğe dair duyulan ilgi ve saygıyı yerle bir etmek doğru bir
tercih olmasa gerek. Üstelik okur 'Bu ne perhiz...' diyecek, samimiyetinizi sorgulayacaktır.
Her neyse... Ramazan, öfkenin değil sevginin, kavganın değil barışın bayraklaştığı günlerdir. Umarım her Ramazan bir öncekinden daha sıcak, daha samimi, daha candan ve içten yaşanacak. Ve göreceğiz ki Ramazan'la barışık olmak, kendimizle, yani insan gerçeğiyle barışık olmak anlamına geliyor...
[email protected]
Yazarlarımız bir araya gelince
Hafta içinde gazetemizin merkez binasında iftar verildi. Biz bizeydik. Neredeyse bütün yazarlarımız katıldı iftar programımıza. Hasret giderildi.
Meslek üzerine,
Türkiye üzerine konuşuldu. Yayın mutfağımızın yöneticileri de tam kadro oradaydı. Herkes bir saat önce geldi, iftardan sonra da uzun uzun sohbetler yapıldı...
Herkes bir kenarda sohbet ederken öteden beri inandığım bir gerçeği bir kez daha yüreğimde hissettim. Gerçekten bir
aile gibiydik. Candan, sevgi ve saygı dolu bir aile. Yaptığımız işin
toplum nezdinde ne kadar önemli olduğunu biliyorduk. Tarihî bir dönemeçte her biri büyük bir tefekkürün ürünü olan yazıların kamu vicdanında nasıl yankılandığının farkındaydık. Son yıllarda yazarlarımıza duyulan samimi ilgi de bunu yeterince ispat ediyordu...
Söz dolaşıp yeni yayın dönemine geliyordu hep. Çünkü artık herkes biliyor ki, okulların açılmasıyla birlikte yeni yayın dönemi başlıyor. Bu dönemde televizyon reklamları yapılıyor, bu reklamlar çeşitli mecralara taşınıyor.
Tabii ki en etkili mecramız bire bir yapılan abone kampanyaları. Zaman temsilcilikleri ve büroların yoğun gayretiyle yürütülen bu kampanyalara gazetemizin yazarları da katılıyor. O toplantılar bir bakıma yazarlarla okurların buluştuğu bir zemine dönüşüyor. Bürolarımızdan gelen 'yazarlarımız ve yayın mutfağımız abone toplantılarına daha çok katılsın, bize gazetemizin önemini doğrudan anlatsın' talebini yazarlarımıza iftar gecesi tekrar duyurduk. Herkesin bu meseleye sevgiyle ve heyecanla yaklaştığını görmek bizi, bu seneki kampanya konusunda daha da ümitvar etti. Görüyoruz ki bayram sonrası başlayacak Zaman seferberliğine herkes daha şimdiden hazır. Her yaz (maalesef) kaybettiğimiz tirajları tek tek toplama ve yeni tirajlarla yeni ufuklara doğru yürüme zamanı geliyor. Allah mahcup etmesin...
TSK'nın iletişim çabası iyi; ancak...
Orgeneral İlker Başbuğ'un genelkurmay başkanı olduktan sonra iletişime önem vereceği ortaya çıkmıştı. Bu, güzel bir gelişmeydi. Kapalı kapılar arkasında durmak yerine toplumla doğrudan temas kurmak doğru bir tercihti. Ne var ki bazı iletişim kazaları yaşandı. Mesela
akreditasyon konusunda hâlâ 28
Şubat döneminin olağanüstü şartlarını bir kenara iterek sosyal gerçekliğe
kulak vermemek doğru bir iletişim stratejisi değil.
Her neyse... Bu arada bazı istenmeyen olaylar da yaşandı. Ve maalesef
Genelkurmay'ın iletişiminden sorumlu kişi ya da birimler hata üstüne hata yaptı.
Genelkurmay Başkanı'mızın LAW silahıyla
basın toplantısı yapması da; arkasına dekor olsun diye sıralanmış gibi duran generallerle medyanın huzuruna çıkması da doğru bir iletişim şekli değildi. Bu tip sembolik şeyleri Başbuğ'a kim öneriyorsa hata yapıyor demiştik. Balıkesir'de parmağını sallayarak yaptığı sert konuşma, MKE'den gelecek raporu beklemeden 'Bu silahlar bize ait değil' demesi ve maalesef o silahların TSK'ya ait olduğuna dair resmî raporun ortaya çıkması... İletişim kazalarının listesi uzayıp gidiyor...
Bir süredir ara verilen haftalık bilgilendirme toplantısı bu hafta yeniden başladı. Ancak görünen o ki, bu toplantıdaki bazı hatalar da hâlâ giderilmemiş. Bir teğmenin bombanın pimini çekerek bir askerin eline tutuşturması ve sonunda o bombanın patlayarak 4 Mehmetçik'in ölümüne neden olması üzerinde yeterli bir açıklama yapılmadı mesela.
Kamuoyu bu konuda tatmin edici cevaplar bekliyordu. Olayın asıl vahim kısmı, hadise yaşandıktan sonra kamuoyu yanlış bilgilendirilmiş ve 'Kaza sonucu 4 erimiz şehit düştü' denmişti. Teğmenin yaptığı korkunç hata kadar 'kamuoyunu yanıltmak' da büyük bir hatadır. Üstelik bir başka iddia daha vardı ki Genelkurmay bilgilendirme toplantısında o konuda da yeterli bilgi paylaşımı yapılmadı. 6 erimizin şehit düştüğü
mayın patlamasında bazı komutanların 'Bu mayını biz döşedik' demesi araştırılmış mıydı? Bu konuda da soru işaretleri sanki görmezden gelindi.
Genelkurmay'ın bilgilendirme yapması güzel; ancak artık iletişim kazalarından kurtulması gerekiyor. Çünkü 'ordumuzun yıpratılması' hiçbir insanı mutlu etmiyor...