Akredite edilmiş bir grup gazeteciye karşı konuşma yapan Başbuğ, kamuoyunun merakla beklediği bazı önemli sorulara açıklık getirmedi.
Keşke bütün şüpheleri izale edecek bazı şeyler söyleseydi. Konuşması biter bitmez televizyonlarda başlayan yeni
tartışmalar ve itirazlar da gösteriyor ki kamuoyunun beklentilerine yeterince
cevap verilemedi. Keşke böyle olmasaydı da ordumuz daha fazla yıpranmasaydı...
Bazı meslektaşlarımızı da heyecanlandıran bir şey söyledi Başbuğ. "TSK'ya karşı asimetrik
psikolojik harp yapılıyor." dedi. Belki bunun üzerinde durmak gerekiyor. Zira bu ülkeyi seven hiç kimse ordusuna karşı böyle bir gayretin içinde de olmaz; böyle bir gayretin
destekleyicisi de olamaz. Peki, gerçek bu mudur? Yani ortada hiçbir şey yokken birileri ordumuzu mu yıpratıyor yoksa ordu içinde birileri sürekli bir şeyler yapıyor ve o yapılan şeyler bazı eleştiriler mi alıyor; buna karar vermek lazım.
Hiç kimse durduk yerde ordu eleştirisi yapmak istemez; çünkü ordunun yıpranması, ülkenin zayıf düşmesi anlamına gelir. Lakin, 1960'tan beri ordu ile
siyaset arasında bir gerilim yaşandığı da bir gerçek. Geçmişte asker-
sivil ilişkilerinde yaşanan krizler daha gizli kalıyor, kamuoyunun gözü önünde tartışılmıyordu. Oysa dünya çok değişti. Hiçbir tartışma gizli kalmıyor. Üstelik
toplumsal bilinç daha fazla şeffaflık ve
demokrasi istiyor. Ayrıca siyaset dışı güçlerin toplum mühendisliği yapması da istenmiyor. Ne var ki asker içinde eski alışkanlıklarını devam ettiren bazılarının olduğu gözleniyor. İşte tam bu noktada karar vermek gerekiyor:
Orduyu asıl yıpratanlar kim? Kutsal üniformanın kıymetini unutarak siyaset yapıp kurumlarını zor durumda bırakanlar mı? Yoksa ortaya bazı anti demokratik gelişmeler çıktığında bunu eleştirenler mi? Başbuğ, asimetrik savaştan bahseder bahsetmez
Mehmet Altan canlı yayında dedi ki 'Asıl asimetrik psikolojik harp askere karşı değil demokrasiye karşı yapılıyor' Kim haklı?
Şayet bu ülkede 1960'tan beri defalarca
darbe suçu işlenmeseydi bugün biz bu konuyu tartışmıyor olacaktık. '71 muhtırasını demokrasi tarihimiz unutabilir mi? Ya 12
Eylül? Hâlâ tartışılıyor. Geçenlerde
CHP bile '
12 Eylül darbecilerini yargılayalım' deyince darbenin komutanı Kenan
Evren 'İntihar ederim' diyerek sert bir cevap vermek zorunda kaldı. 28 Şubat'ta ('post
modern darbe'de) ne fırıldaklar döndüğünü, kamuoyunun nasıl yanıltıldığını, mizansenler peşi peşine devreye sokulurken
halkın milyarlarca dolarının nasıl hortumlandığını artık herkes biliyor. 27
Nisan bildirisi çok büyük bir hataydı.
Askeri çok yıprattı. Siyasete, daha doğrusu demokrasiye kastetmişti, halkı sindirmeye matuftu. Asker açıktan açığa
Cumhurbaşkanlığı seçimine müdahil olmuş, siyaseti ve yargıyı dize getirmek için gözdağı vermişti. Yapılan resmen suçtu ama hesabı hukuken sorulamadı. Hukuken sorulamayınca halk hesabı sandıkta sordu ve e-muhtıranın siyasi yandaşlarını, AK Parti'ye yüzde 47 gibi
rekor bir oy vererek cezalandırdı...
Başbuğ'un tezi mi daha inandırıcı Altan'ın müdafaası mı? Herkes ezberine uygun bir şeyler söyleyebilir. Aslında meseleyi ta kökten çözmek gerekiyor. Onun da bir yolu var: herkes kendi işini yapacak ve herkes işini evrensel hukuk kaideleri çerçevesinde yapacak. Asker askerliğini yapar siyasete karışmaz, canımızdan aziz tuttuğumuz ordumuzu siyasetin aktörü haline getirmezse hiç kimse TSK'ya yan gözle bakamaz. Bakarsa da onu bu millet nazar-ı dikkate almayarak, yok sayarak, hatta ayıplayarak cezalandırır. Sadece asker değil. Siyasetçi de kendi işini yapmalı. Askerin arkasına saklanarak ara dönem özlemi çekenler, o ara dönemlerinde ikbal hesabı yapanlar siyaseti maalesef kirletti. Siyaset millet için görev talebinde bulunmak ve onun adına irade kullanmaktır. Bu ana çerçeve içinde ne askerin arkasına saklanmalıdır ne de asker içinden bir zümrenin siyasetin alanına girmesine müsaade etmelidir. Hukuk da bu yüzden vardır.
Medyanın durumu farklı mı? Medya da kendi meşruiyetini
silahlı güçlerin hoşnutluğuna bağlayamaz. Asker çocuğu olmak, bir zamanlar askerî okulda okumak, askerle bir şekilde ilişki içinde bulunmak gibi bazı sebepler gazetecilerin askerle ilgili haber ya da yorum yaparken belirleyici faktörler olamaz.
Askerlik kutsal bir meslektir. Amenna! Yıpratılmaması lazım. Kesinlikle! Ne var ki bahsi geçen yıpranma sürecinden 'Bizimle ilgili asimetrik harp yapılıyor' diyerek işin içinden sıyrılmak yanlış olur. Demokrasiye müdahale ediliyor imajından herkes bir an önce sıyrılmalı ki inandırıcılık sorunu da çözülmüş olsun. Aksi takdirde bu tartışma kıyamete kadar sürer. Ve yazık olur bu ülkeye...
Başbuğ'un halkla ilişkilerini kim yürütüyor?
Genelkurmay Başkanımız belli zamanlarda medya huzuruna çıkarak doğrudan
mesaj veriyor. Kendisi adına da kurumu adına da cesur bir tavır. İyi yönetilebilse ve demokratik çerçeveye iyi oturtulabilse etkin bir
iletişim yolunu
tercih ettiğini de söyleyebiliriz. Umarım profesyonel bir
yardım da alıyordur. Zira bu kadar önemli bir görev ifa eden bir insanın kitle iletişim araçlarını kullanarak topluma mesaj vermesi sadece sarf ettiği kelimelerle ilgili olamaz. Giyimi, kuşamı,
vücut dilini kullanması, konuşma yapmak için seçtiği mekân, mekandaki dekor... Hepsi de önemlidir...
Genelkurmay Başkanımızın halkla ilişkilerini (P.R.) yürüten birileri varsa, onların üst üste hatalar yaptığını söylemek zorundayım. Hatırlayın lütfen.
Cuma günü yaptığı toplantıya Başbuğ, arkasında otuz tane generalle çıkıyor. Manzara hoş mu?
Hayır. Başbuğ'un hitabeti de kitabeti de gayet yerinde. Gerçi sık sık 'altını çiziyorum' ifadesini kullanıyor; ya da gereğinden fazla 'ben' kelimesine başvuruyor; ama olsun. Dikkatlice dinlemek isteyenleri sıkmayan bir hitabeti var
İlker Başbuğ'un. Hal böyleyken arkaya generallerden oluşan bir heyetle arz-ı endam etmenin kime, ne faydası var? Üstelik bu
manzara ne Türk kamuoyu için sevimli bir fotoğraf oluşturuyor ne de dünya medyası için güzel çağrışımları olan görüntü... Şayet Genelkurmay'da halka ilişkiler uzmanı çalışıyorsa ve Sayın Genelkurmay Başkanı'na yardımcı oluyorsa bu ayrıntıları da düşünmesi gerekiyor. Mesela bir önceki toplantıda Başbuğ'un koca LAW silahıyla kameralar karşısına çıkması da hatalı bir iletişim tercihiydi. Bu kadar demokrasi vurgusu yapan ve hukuk üzerinde durarak övgüler alan bir komutanın eline kocaman bir silahı alıp,
mühimmat-silah farkı üzerine medyaya hitap etmesi doğru bir iletişim tercihi olamaz. Üstelik 'Poyrazköy'de bulunan silahlar bize ait değil' demek zorunda değildi Genelkurmay Başkanı. Nitekim MKE resmen açıkladı ki bahsi geçen silahlar (mühimmat mı demek gerekiyordu yoksa) orduya ait. Balıkesir'deki konuşma tam bir iletişim kazasıydı. Mekân çok kötü bir manzara sunuyordu. Generallerin yan yana dizilmesi 12 Eylül darbesini hatırlatıyordu. Daha kötüsü; İlker Başbuğ'un öfkesini çok açık bir şekilde yansıtması ve parmağını sallayıp sesini fazlaca yükseltmesiydi...
Kitle iletişimi çok önemlidir; hele konu
Genelkurmay Başkanlığı gibi bir makamla ilgili olunca hayati bir önem arz eder. Görebildiğim kadarıyla Başbuğ'un PR'cıları iyi çalışmıyor. Şayet bu konuda uzman yardımı alınmıyorsa, bir an önce makul ve makbul bir profesyonel destek alınması gerekiyor. Zira Genelkurmay Başkanı'nın iyi iletişim kuramaması sadece bireysel bir hata olmaz; maalesef kurumsal bir yıpranmaya da dönüşebilir...