-
İslam âlimleri
siyasetle meşgul olur mu; kendince siyasete müdahil bir pozisyon seçebilir mi? Öteden beri tartışılan bir konudur bu; biz de
küçük bir pencere açarak ulema-siyaset ilişkisini anlamaya çalışalım.
Bu sorunun doğru
cevaplanabilmesi için siyaset üzerinde, daha doğrusu siyasete bakış üzerinde kabataslak durmak gerekiyor. Eğer siyaseti güncel bir konu, siyasetle iştigali de günlük kazanım mücadelesi şeklinde algılarsanız tabii ki cevap gayet nettir: Âlimler siyasete tenezzül edip, ahirete kıyasla ıvır zıvır sayılabilecek
iktidar kavgalarının içinde yer almaz. Ehli ilim bir kişinin makam mevki gibi otorite kazanımlarına büyük bir değer atfetmesi düşünülemez. Makam mevki kavgalarına âlimlerin karışması hem onların saygınlığını tehlikeye atar hem de ilmin tamamlayıcı boyutları olan ve uhrevî pencereler açan irfan ve ihsan şuuru açısından ilim sahiplerinin istikametini bozar.
Yukarıdaki tespite rağmen, büyük boşluklar doldurmuş bir kısım âlimlerin tarih boyunca siyasetle (daha doğrusu devlet
yönetimiyle) ilgilendiğini söylemek de mümkün. Ancak o ilgi, bugünkü ayrışımlarla pek de örtüşen bir ilgi değildir. Daha açık söylemek gerekirse,
medeniyet ve kültür hayatımızda büyük izler bırakan bazı İslam büyüklerinin siyasetle iştigali daima belli bir ölçü ve ufka dayanmaktadır. O ufuk, siyasî gelişmelerin on sene sonra, yirmi sene sonra; hatta yüz sene sonraki toplumsal yansımalarıyla ilgilidir. O ufuk ötesi bakış, bazen muhataplarınca şaşkınlıkla karşılanmış olabilir; ancak karar mekanizmasına müdahale gibi algılanan yorumlarda nasıl bir hikmet ve maslahat gözetildiği, zaman içinde anlaşılmıştır.
Mesela
İmam-ı Rabbanî "ikinci binin yenileyicisi" olarak kabul edilmiş bir insandır. Müceddit olduğuna dair âlem-i İslam'da
ittifak söz konusudur.
Temel düşüncesinin en belirgin yanı tasavvuftu; yani uhreviydi. Bu yüzden İmam'ın odaklandığı konu hiç şüphesiz müminlerin kalb hayatındaki derinleşmeyle yakından ilgiliydi. Ne var ki devrindeki devlet politikası onu tedirgin ediyordu. Ekber Şah'ın dinleri bir araya getirerek (Sanskritçe gibi) yeni bir din oluşturması fikrinin nasıl büyük bir tehlikeye yol açacağının farkındaydı. Siyasetle doğrudan ilgilenmese bile, siyasetin getireceği sonuçlarla ilgileniyor, endişe duyuyordu. İşte bu yüzden Ekber Şah'ın politikalarına karşı çıktı ve ağır eleştiriler yöneltti. Bu tenkitleri yaparken silahlı bir mücadeleye geçit vermemesi, akaidi
tahkim edecek bir yerde durması, barışçı söylemini kitapla teyit etmesi vs. seçtiği metodun gereğiydi. Büyük Müceddit bir yandan iman hakikatlerini tarikat-şeriat çerçevesi içinde yeniden yorumluyor, bir yandan da insan yetiştirerek ehlisünnet yolunun tıkanmasını önlüyordu. O kadar ki, zaman geldi Ekber Şah'ın oğlu ve vârisi
Cihangir, İmam-ı Rabbanî'nin talebesi oldu. Vezirler İmam-ı Rabbanî'nin devlet yönetimi açısından tehdit teşkil ettiğini telkin etseler; hatta onu hapse attırmaya muvaffak olsalar bile sonuçta yapılan büyük hizmetin değeri zamanla anlaşılmıştır. Çünkü koca Müceddit'in verdiği mücadele basit bir güç kazanım kavgası değildir; ülkenin, âlem-i İslam'ın, hatta insanlığın istikbaliyle ilgili bir himmetin göstergesidir.
İlim ehlinin siyasetle ilişki biçimi...
Hanefî mezhebinin kurucusu İmam Ebu
Hani-fe'nin özel durumu, ulema ile siyasetçinin nasıl çetrefilli bir yolda çakıştığı ve çatıştığını ortaya koyar. İmam-ı Âzam, siyasetçi değildi; devlet yönetiminin içinde yer alma arzusu taşımıyordu. Fıkıh ilmine vukufiyeti, zühdü, takvası, fetvası ile büyük bir saygıyı hak ediyordu. Ne var ki devlet yönetimlerinin uyguladığı yanlış politikaların farkındaydı. Bir yanıyla o, mesleğinin ve meşrebinin vecdiyle yaşadı; talebeler yetiştirdi, İslam
inanç ve ibadetinin sağlam temellerini gelecek nesillere taşıdı. Diğer yönüyle İslam devleti olduğunu iddia eden yapıya yanlış tevil,
tefsir ve uygulamalara karşı pasif bir direniş edasıyla
ders verdi. Bu hali onu, yönetim karşısında "
muhalif" duruma düşürdü. İmam-ı Âzam'ın metodu asla şiddet içermiyordu hatta doğrudan bir muhalefet bile sayılmayabilirdi; ne var ki o günkü yönetimlere meşruiyet sağlayacak bir tutum içine girmemesi bile başlı başına bir duruş ifade ediyordu.
İmam-ı Âzam'ın, bugünkü tabirle söylemek gerekirse
Adalet Bakanlığı ve
Hazine Bakanlığı görevini kabul etmeyişinin çok ağır bir bedeli oldu. Kendisine yapılan işkence ve verilen
hapis cezasına rağmen, yönetim tarafından sunulan hiçbir görevi kabul etmeyişi hem siyasetin güncel çarkları içine girmeme anlamı taşıyordu hem de yönetimi dizayn etmekte dışarıdan bir güç olarak
denetleme imkânı sunuyordu. Doğru bir yaklaşımdı. Bir yandan güncel siyasetin figürü olmuyor; diğer yandan da yanlış politikalara meşruiyet sağlamamak için bir duruş sergileniyordu. İmam'ın Emevî ve Abbasî dönemindeki tavrının konjonktürel olduğu, kendisi için
tercih ettiği zorlu yolu talebeleri için aynıyla önermemesinden bellidir. Yani, büyük âlim, siyaset üstü bir siyaset izleyerek ve o yolu lisan-ı hâl ile vicdanlara mal ederek başka bir siyaset mecrası oluşturuyor. O mecrada güncel telaş yok; iktidara ortak olayım sevdası hiç yok... Ancak siyasete (genel manada devlet yönetimine) bir bakış var; ona karşı geliştirilen bir dil, bir üslup, bir yaklaşım biçimi var...
Her şeyden önce siyasetle ilişkinin biçimine karar vermek gerekiyor. Çünkü siyasetin altında kalıp ezilmek ya da çarkları arasına girip kaybolmak da var işin içinde. Bir de siyaset üstü siyaset var ki; onu
tayin etmek feraset, dirayet ve kiyaset gerektiriyor. Hakiki ilim sahibi şahıslar, siyasetin içinde eriyip gitmemiş, siyasetin sebep olacağı hadiseleri hesaba katarak sosyal değişimler kuşağından yönetimlere
akıl ve hikmet dolu önerilerde bulunmuştur. Bu haliyle, ne karalamaya dayalı siyaset kavgalarının polemiklerine girmiş ne de "Ben bilirim!" şeklinde özetleyebileceğim ego yarışmalarında yer almıştır. Bu duyarlı yolun anlaşılması dün de zordu, bugün de zordur. "Madem siyasetle bu kadar ilgileniyorsunuz, kurun bir parti olsun bitsin." gibi lakaytça söylenen sözde
kibir dolu iki önerme bulunmaktadır: (1) Biz yönetirken siz kim oluyorsunuz ki, bizim işimize müdahale ediyorsunuz? (2) Sizin gücünüz ne ki; çıkın ortaya da boyunuzun ölçüsünü görelim.
Siyaset üstü siyasetin toplumsal ve tarihî karşılığı
Bu tekebbür dolu duruş, ulemanın devlet yönetimlerine karşı öteden beri sergilediği tavrın bilinmediğini gösteriyor. Bilinseydi siyaset üstü siyasetin de toplumsal ve tarihî bir karşılığının bulunduğu anlaşılır; hatta günlük kavgaların dışında duran ve göz ucuyla siyasetin med-cezirlerini seyreden nazarlardan istifade etme yolları aranırdı. O nazar, koca bir imparatorluğu ayakta tutmuştu. Sultanların yanında yer alan ulema, sadece ilmihal bilgisinin nâkili olmamış; kamu vicdanının sesi, ortak aklın timsali, tefekkürün kalesi ve hepsinden önemlisi iktidarla hikmetin izdivacının menşei olmuştu. O dönemleri, o dönemlerdeki ortak aklın, ortak vicdanla yükselişini bilmeyen bugünkü seküler zihniyet, ayrışım insiyakıyla "ya siyaset ya uzlet" kapısını zorlayarak nasıl iki dinamiği birbirinden ayırıp parçaladığını bilemez; ve yanılır.
Yukarıdaki iki örnekten hareketle, siyasetin güncel manada kullanılmadığı ve örneklerin başka bir çağın kriterleri içinde değerlendirilmesi gerektiği düşünülebilir. En iyisi bir sonraki yazıya çağın en büyük İslam düşünürlerinden olan Bediüzzaman'ın siyasete bakışıyla devam edelim. Sanırım o örnek daha açıklayıcı özellikler taşıyacaktır...