Ak
deniz'in insanın içini serinleten engin
maviliğiyle tekrar buluşmanın hazzını yaşarken son kez geçen yaz gördüğüm "köylülerimle" karşılaşmak da ilginç oluyor.
Kimi mutlandırıyor: "Seni çok iyi gördüm." Kimi sinirlendiriyor: "Amma yaşlanmışsın!" Yanındaki üzüleceğimi düşünerek imdada yetişiyor: "Onun gözleri çok bozuldu, iyi seçemiyor." Ayaküstü merhabalaşmaların ötesinde bir yakınlığım olmayan köylülerimden birine nasıl olduğunu sorduğumda, yanıtı vecize kıvamında geliyor: "Hâlâ soluğum bedenimde."
Köyüm diyorum; burası
Marmaris ile
Datça arasında, Simi (Sömbeki) Adası'nın karşısında bir sahil köyü. Su altı
balık avcılığı için 26 yıl önce geldiğim, o zaman Batı yarımküresinin en az gelişmiş köyü olan,
Söğüt. Anında vurulmuştum. 24 yıldan beri de bir evim var. Her yaz buraya taşınıyorum. "Taşınıyorum" sözü abartılı gelmesin, tüm ofisimi ve iki ay yetecek tüm
araç gerecimi getiriyorum. Zaman zaman da yeni
eşya getirip, eskileri konu komşuya
hediye ediyorum.
Çalışınca iki ay
tatil yapmak da mümkün oluyor. Mesela bu
makale bir penceresi denize, diğeri asırlık bir harıp (harnup veya keçiboynuzu) ağacının dallarının ardından güneşin doğduğu tepelere
bakan küçük bir çalışma odasından size ulaşıyor.
Köy ve civarında eski mitolojilerde nelerden bahsediliyorsa var: Antik kentler, hisarlar, gemi
batıkları, bambaşka diller konuşulmuş, başka tanrılara tapılmış
ibadethane kalıntıları, adalar, büyüleyici koylar ve ruhunu hiç ele vermeyen, sürekli şaşırtan deniz...
Söğüt'ün
gençlerini tanımak hiç nasip olmadı. Kızlı erkekli hemen hepsi, turizm sektöründe
kaptan, gemici/tayfa,
aşçı, aşçı yardımcısı,
otel ve
lokantalarda şeften garsona, oda temizleyicisinden ön
büro elemanına kadar çeşitli sıfatlar
altında ve işlerde çalışıyorlar. O yüzden köy
yoksul değil. Genç nesil hem geleceğine yatırım yapıyor hem de dünyanın her yanından gelen insanlarla tanışarak görgüsünü ve dil bilgisini artırıyor. Eh arada sırada orta
yaşlı sarışın hanımların yaşadığı ülkelere
damat verdiğimiz de oluyor. Mesela köyümüzde pansiyon işleten bir genç bir Hollandalı; Palamut mevkiindeki lokantada çalışan ve altın takılarıyla garsondan çok işverene benzeyen lokanta çalışanı, bir
İngiliz; başka bir lokantada garsonluk yapan genç, bir Belçikalı ile evli. Bunların her biri "mavi
yolculuk" teknelerinde veya çalıştıkları otellerde tanıştıkları,
yıldız basmış gökyüzünün altında bakışan, dolunayın fettanlığında yakınlaşan çiftler. Çoğu işkolik ve kendine dönük eşleriyle sonlandırdıkları evliliklerinden sonra bu hanımlar, böyle güçlü kuvvetli, kadınına sahip çıkan erkeklerin cazibesine kapılıp onları ülkelerine davet etmişler.
Bizimkiler önce evde sigara içilmeyeceğini öğrendiklerinde şoka uğramışlar. Sonra "sevgili" işe gidince bulaşığın ve çamaşırın kendi işleri olduğunu öğrenmişler. Tensel sıcaklık biraz soğuyunca evde aylak oturmanın mümkün olmadığı anlaşılmış. Dışarıdaki niteliksiz işlerin iticiliği ve zorluğu çoğu aşkı öldürmüş. Ama birlikteliklerini devam ettirmek isteyen çiftler
emekli hanımlarıyla Türkiye'ye, bir kısmı da köye dönmüş. Kim demiş
Avrupa ile aramız bozuk diye?
Bu sene köyde beni en çok sevindiren şey, civardaki en güzel koyları kapatan ve denizi geri dönüşü olmayacak noktaya yaklaşacak kadar kirleten balık çiftliklerinin sonuncusunun da sökülüp gitmesi. Sular gene pırıldamaya, 15 metre yukarıdan kumlar seçilmeye başlamış. Ah diyor insan, hayal ettikleri
cennet için "dağ başlarında ölen ve öldüren" gençler bu gerçek cenneti görseler, aynı seçimi yaparlar mıydı?