Hani bir öykü vardır.
Zengin ağa ile
yoksul marabası traktörle şehre iniyorlardır. Yolda öbek öbek sığır dışkıları vardır. Ağa muziptir. "Hasso, bu traktörü beğeniyor musun" diye sorar. Hasso, "Evet ağam" der. Ağa, "Nah şu yerdeki pisliği yersen traktörü sana veririm" der. Hasso biraz düşünür. Teklif edilen yenecek herze değildir ama çulsuzdur, evi barkı yoktur, daha evlenememiştir. Traktörü satsa bu dertlerin hepsi bitecektir. "Tamam" der ve iner, gerekeni yapar. Ama kendisine pislik yediren ağasına da müthiş bir hınç duyar. Aşağılanmanın bu kadarına da katlanmak zordur.
Yola devam ederler. Ama bu kez ağanın içi yanmaya başlar. Traktörü yeni almıştır. Türünün en iyi örneği, pahalı bir araçtır. Geri almak dürtüsüyle marabasına sorar: "Hasso traktörü geri vermek için ne istersin?" Hasso, kazanacağı parayı falan unutur, içindeki öfkeyle başka bir dışkı öbeğini gösterir ve "Onu ye geri vereyim" der. Ağa çaresiz iner ve gerekeni yapar.
Tekrar binerler traktöre, yol alırken ikisinin de aklında şu soru vardır: "Durumda değişen bir şey yok; peki biz bu herzeyi niye yedik?"
Meclis'i boykot eden ve
yemin etmeyen partilerin yeni Meclis başkanı ile görüşmelerinden sonra dönme işaretleri vermelerini görünce acaba siz de aynı şeyi düşündünüz mü?
Başta sert bir söylemi seçen ama sonra çözümü makulde arayan
Başbakan: "Her meselenin çözüm yeri
TBMM'dir. TBMM'ye gelmeyenler, gelip de yemin etmeyenler, ne sorundan şikâyet edebilir ne de çözümden bahsedebilirler... Kimse
yasaları yarma harekâtı içine girmesin ve bizden de buna yönelik
destek beklemesin.
Parlamento içinde her şeyi konuşuruz ayrı ama biz yargının şu andaki tasarrufuna asla müdahale edemeyiz" diyor.
Seçim ile kısmi anayasa değişikliği süreci arasındaki zaman diliminde tüm medyada hararetli bir
tartışma vardı. Özellikle ana muhalefet partisi
CHP kuvvetler ayrılığı ilkesini canla başla savunuyor, AK Parti'yi
teklif ettiği (referanduma sunulan paketteki) yasa teklifleriyle varsayılan ayrılığa son vermekle itham ediyordu. Hal bu ki herkes
Cumhuriyet kurulduğundan beri kuvvetler ayrılığının kâğıt üzerinde kalan bir ideal olduğunu biliyordu. Kurucular, Cumhuriyet hükümetini "
devrimci" addettikleri için yasama ve yargının, yürütmenin destekçisi olmasını istemişler ve onları bu doğrultuda inşa etmişlerdi. Demokratik süreç içinde farklı kesimlerin seçilip yasama organında etkinlik kazanmasıyla, o zamana kadar
bürokrasinin denetimi ve gözetiminde olan yargı ve yürütme ile yasama arasında gerilimler doğdu. Darbelerle bürokrasi bu ayrılma eğilimlerini sonlandırdı ve kuvvetler birliğini yeniden tesis etti. 12
Eylül (1980)
Anayasası kuvvetler birliğini sağlamanın son örneğidir.
Ancak
seçim süreci hiç beklenmeyen kesimlerin Parlamento'da çoğunluğu sağlamalarına vesile oldu. Yasama artık "farklı ellerdeydi!" O yasama organından çıkan hükümet, karşısında
adalet ve hukukun üstünlüğünü gözetmekten çok rejimin bekçisi olan, kuvvetler birliği şartlarını yaşatmak isteyen ama diğer güçleri "başkalarınca ele geçirilmiş" gördüğü için onlara savaş açan bir yargı gördü. Yapılan anayasal değişiklerle bu durum bir ölçüde değiştirildi ve kuvvetler ayrılığına doğru bir nebze de olsa yol alındı.
Ardımızda bu acılı serüven dururken Meclis'i boykot eden partilerin hükümetten
yargıya müdahale edip gerçekten de yurttaşları
mağdur eden,
modern bir
demokrasi ile bağdaşmayan yasaların hükümlerini yok saymasını istemek ne hukuk ne de demokrasi mantığı ile bağdaşıyor. İstedikleri değişiklikleri, TBMM çatısı altında hep birlikte yapmaları gerektiğini şimdi daha iyi anlıyorlar. Haydi gayret, biraz sağduyu!